ÖDÜLLÜ BİR ÖYKÜNÜN ÖYKÜSÜ
Kuru Bayram için yaktığı ağıt
Bayram. Hıh! Bir de Bayram koymuşlar adını. Bayram kutlama demektir, şenlik demektir. Biraz olsun ismine, namına saygı duyar insan be!
Sense ne yaptın?
Ah Kuru Bayram, ahh…
Yaptın işte, yedin bu boku. Diyecek bir şeyim yok. Biliyorum sen olsan ‘su testisi su yolunda kırılırmış’ der geçerdin. Kırılmaya kırılıp gittin de a Kuru Bayram, bunu bana nasıl yaptın?
Ben küçük bir öğretmendim. Köyün tozlu yollarında gezerdim. Gezerdim, hem de –ne yapalım- bir çocuk gibi gezerdim. Okulum vardı benim. Küçük çocuk resimleri gibi, duvarları yamalı, sarı kokulu bir okul. Bir de kafaları kırkılmış erkek çocuklar. Hem de ne haylazlar biliyor musun Kuru Bayram, ne haylazlar! Bir de kızlar. Mini mini, yanakları rüzgar yanıklı kızlar…
Sense takmıştın benim kravatıma. Eğriyse eğri. Öyle keyfimizden, yakışsın diye takmıyorduk ya. Öğretmen diye gönderdiler beni bu dağ başına. Öğretmen olunca da memursun işte; takacaksın bu mereti. Sevsen de sevmesen de.
Ah, Kuru Bayram, ahh! Korkarım ki sen beni hiç gerçekten tanımadın. Sen, sen beni hiç anlamadın.
Sen bilmezdin ki bunları hiç, Kuru Bayram. Köyün günleri ve suları nasıl akıp giderdi bu yabancı için, benim için. Çıktığın en son gurbetlik Kurtuluş Savaşı. Bir bilseydin Kuru Bayram, ah bilseydin bir; yapar mıydın yine de bu alçaklığı bana?
Aslında bende de suç yok değil, hiç anlatmadım sana bunları. Hiç sormadım sana; senin için de bu köyde her baharda, her yer böyle olur muydu? Böyle…Akşam tepelerden akan koyun sürülerinin kaldırdığı toz, çan sesleri, durgun yaprakları ağacın, geriden gelen kızıllığı güneşin, bunlar olur muydu? Bunlar, hepsi birleşip de içine dökülür gibi olur muydu? Sonra sonbaharda sen de böyle benim gibi konuşur muydun ağaçlarla? Kızararak? Senin de aklına o zaman mı, boş bahçede, eski bir ipte, renkli çamaşırlar asılı olduğu zaman mı düşerdi aşk?
Bende de suç yok değil. Hiç sormadım, hiç anlatmadım bunları sana.
Ne yaptım? Durmadan köy yerinde gezdim. Hep de bir çocuk gibi gezdim. Ama ne yapayım, ben biraz da öyleydim. Çocuk gibiydim. Köylüler durmadan alaylar düzdüler peşime. Ama inan ki hiç kızmadım onlara. Biliyorum onlara yabancıyım diye yaptılar bunu.
Dedim ya, yine de hiç kızmadım onlara. Evime gittim. Küçük, oyuncak gibi topraktan yapılmış evime. Şiirler okudum.’Dünyayı güzellik kurtaracak bir insanı sevmekle başlayacak her şey’ diye yazılar astım toprak evimin duvarlarına.
Ama sen ne yaptın Kuru Bayram, sen ne yaptın? Sen de katıldın o alaycılar alayına. Üstelik bir de lakap taktın bana, ‘eğri kravatlı bebe muallim’ diye.
Ama ben yine de sevdim seni. Hem de çok. Niye mi? Çünkü dedin ki bana ‘ben hak aşığıyım’. Durmadan şiirler maniler okudun bana. Ben de bu dağ başındaydım. Öylesine açtım ki senin gibi şiirler okuyan bir dosta. O yüzden bir çocuk gibi sarıldım sana.
Bir de kadın dedin de başka bir şey demedin. Bak, ben bir gün olsun alay ettim mi senin bu huyunla?
Ama dur, şimdi edeceğim.Yaşın yetmişti senin Kuru Bayram, işin bitmiş. Karşına yirmisinde bir kız çıksa ‘dede’ derdi sana. Boşuna, boşunaydı o şapkanın altında kalan ak saçlarını usturayla kazıman. Ellerin titriyordu Kuru Bayram.
Bilmiyor muyum sanıyordun bütün bunları? Ama söyle, bir gün olsun yine de dalga geçtim mi ben seninle? Hatta sigaralar, çaylar ısmarladım sana. Evime bile davet ettim. Şarap bile içirdim. Yeter ki şiir oku bana; şiir, mani, türkü ne istersen…Ama sen ne yaptın? Benim çocukluğumdan, o çocukça saflığımdan, senin gibi şiir okuyan bir dosta duyduğum amansız açlığımdan yararlandın. Dedin ki bana ‘-mahkeme muallim bey,-tarla meselesi, avukat para ister.’ Verdim tabi.
Sonra?
Ulan adam adından, hadi ondan olmadı yaşından utanır be. Gitmiş de pavyonda kadınlarla yemiş o parayı. Hadi diyelim ki bunu yaptın Kuru Bayram, beni aldattın. Ama yine de insaf denen bir şey var. Adam oturursa pavyonda bir kadınla oturur, hangi akla hizmet ettin de masana üç kadın birden çağırdın?
Hadi diyelim bunu da kabul ettik Kuru Bayram; ama orada, pavyonun orta yerinde, üç kadının kolları arasında ölüverir miydi hiç senin gibi bir Kurtuluş Savaşı gazisi? Hiç değilse dayanırdı, kapının dışına kadar atardı kendisini, ölüsünü cümle aleme alay konusu ettirmezdi hiç değilse böylece.
Ah Kuru Bayram, ahh…
Yapılır mıydı bu senin yaptığın hiç bana?
İnan ki yandığım ne aldatılmak ne de para. Yaşın yetmişti, işin bitmişti, üstelik hak da etmiştin. Başka zaman olsa, ben de senin gibi ‘su testisi su yolunda kırılırmış’der geçerdim.
Ama şimdi burada, gurbette, tek başına olunca; şiir nasıl da ağır ağır, nasıl da acımasızca geliyor insanın üstüne. Ah bir bilsen Kuru Bayram, bir bilseydin…Acaba yine de yapar mıydın bu alçaklığı bana? Yine de bırakıp gider miydin beni şiirle tek başına, bu dağların başında?
Ama bende de suç çok. Hiç anlatmadım ki bunları sana.
SON
Yandaki resim Afşin Tanır Sağlık Ocağı bahçesinden. Mecburi hizmetimi bu sağlık ocağında yapmıştım. Sağlık Ocağında çalışan sıtma savaş memuru Süleyman sayesinde horoz dövüşçülerinin dünyasına da girmek zorunda kalmıştım. Arkasında kocaman bir bahçesi olan Sağlık ocağında Süleyman aylarca horoza antreman yaptırırdı. Onu çok özel yemlerle beslerdi. Bir dövüş sonrasında horozun boynunda apse oldu. Süleyman oğlu ölümcül bir hastalığa yakalanmış gibi kötü oldu günlerce. Dayanamayıp horozun apsesini açmıştım. Böylece ilk hayvan cerrahisi deneyimimde olmuştu. Bizim horoz ve Süleyman yüzünden Afişin’deki horozcu kahvelerini tanıma , çok vahşi bir ortam olan horoz dövüşünü de kısa süreli seyretme olanağı bulmuştum. Ama bence horoz dövüşçüleri asıl ilginç olanlardı. Bu deneyimlerimle yazdığım Horoz adlı öyküyü aşağıda sizlerle paylaşmak isterim:
Horoz
-Neden?…
-Neden?…
-Söyle Allah’ım neden?
Günler gelip geçiyordu işte. İşte gelip geçiyordu günler.
Horoz kanadını gere gere bahçede dolaşıyordu.
Horoz…Canım horoz. Canımın içi horoz. Gökkuşağı kanatlı horoz. Her şey olan horoz.
Adam…
Su…
Su akıyordu.
Adamlar geliyordu hep suyun başına. Mercedes, Ford, Renault, Toyota, Fiat. Ne farkederdi ki?
Günler gelip geçiyordu böyle.
Adam…Hep kaşı çatıktı. Niye? Çatıktı işte. Kimse bilmez niye?
-Kim demiş onu? Bal gibi de bilir herkes. Kim bilmez bizim Ramazan’ın dölsüz, kuru sıkı bir adam olduğunu?…
-Komşum karısı da aksine fingirdek bir karı. Ama o adamla birlikte olunca döl vermiyor işte. Dediklerine göre Ramazan’dan başka kuyruk sallamadığı kimse kalmamış köy yerinde.
-Ulan horoz, ulan Canibik, sen her şeysin be. Öt ulan öt.
Adam…
Kahveler dumanaltı. Gece.
-Astsubay gelir şimdi.
-Boşver, gelsin ulan. Asıl kumarbazın alası o.
Adam. Kumar, kumar, kumar…Kumarda kimse yenemez onu.
-Ama hile yapıyor belli.
-Belliyse yakala ulan itoğluit.
Adam…Kimseye benzemezdi bakışları. Kaşları hep çatıktı. Niye?
Kazanmak?…
-Allah’ım, yüce rabbim, biliyorum günahkarların alasıyım ben. Sen yine de Allah’ımsın, ben de kulun Ramazan. İnanıyorum işte sana. N’olur söyle bu kazanma hırsı niye?
Cuma ezanları hep uzun okunurdu köyde. Caminin en garipsenen kişisiydi Ramazan. Ama, ‘Allah onun Allah’ıydı size neydi ulan’.
-Canım horoz. Canibik. Öt ulan öt. Dinlesin şu tüm köylü senin sesini.
Adam . Adı Ramazan. Hep su başında otururdu. Hep yalnız. Kimseyi sevmezdi. Siz öyle sanın.
-Bir çocuk olsa. Bir dölüm olsa, şöyle bakıp kendimi; günahkar Ramazan’ı görebileceğim bir dölüm. Öyle bir yetiştirirdim ki onu, öyle temiz, öyle vatana millete hayırlı, tüm günahlarımı birden silerdi Allah’ım. Ama yok işte. Olmuyor. Günah ya o gavur karıda ya da bende. Bende…
Hasat mevsimleri oluyordu. Ramazan biçerdöverlere bakıyordu hep. Tozu dumana katıyordu o yeşil devler. Ramazan çıkarıp bir sigara yakıyordu. Bu köyün, bu köylünün kavgaları hiç bitmiyordu. Bunlar Ramazan’ı yiyip bitiriyordu. Tarla kavgaları, miras kavgaları, su kavgaları…
-Ulan ne istiyorsunuz birbirinizden? Neyiniz eksik? Neyi paylaşamıyorsunuz ulan neyi? Bense sadece bir tanecik döl istiyorum. Başka hiç bir şey istemiyorum rabbimden. Sadece benim şu dünyadaki günahlarımı aklayacak bir döl istiyorum rabbimden.
Su…O hep akıyordu. Hafta sonları o adamlar geliyordu suyun başındaki pansiyona. Parlak arabaları ve lanetli kadınlarıyla geliyorlardı. Boyalı saçlı ve bol kahkahalı.
Oysa köyde herkes Ramazan’ın karısına ‘orospu’ diyordu. İşte esas bu Ramazan’ı yiyip bitiriyordu. Gidip şellalenin oradaki kayalıklara oturuyordu. Çıkarıp yine bir sigara yakıyordu. Aşağıda ırmak incecik bir ip gibi durmadan akıyordu. Kim bilir kimin ne pisliğini akıtarak,öylece, sessizce akıyordu. Ramazan bu. Hep kaşlarını çatıyordu. Ne çok, ne çok şeyi birden düşünüyordu.
Cumalar…Ah, o Cuma ezanları hep uzun okunuyordu. Bir gün dayanamamıştı:
-Hocam günah ne demek?
-Ramazan nasıl bir soru bu?
-Soru gibi soru işte hocam. Söyle bana günah ne demek?
Hoca şaşkın. En çok da kendi günahlarını düşünmekte.
-Ramazan zor bir soru sordun be.
-Zor. Bilirim hocam, çok zor. Her gün düşünürüm de bir cevap bulamam.
-Benim sana söyleyebileceğim şu olur Ramazan: Günah, doğrunun, yani Allah’ın yolundan çıkmak demektir.
Ramazan günler boyunca su başında oturuyor. Hep düşünüyor. ‘Doğrunun yolundan çıkmak ne demek’. Kaşları günlerce çatılı kalıyor. Soru da zor mu zor. Cevap bulmak yürek ister. O adamlar yine su kenarına geliyor. Kadınlarının kahkahaları çılgına çeviriyor Ramazan’ı. Köyün kahvelerinde, kapı eşiklerinde Ramazan’ın karısının dedikodusu alıp yürüyor.
-Söyle ulan aptal kafa,doğru yol hangisi?
Bir tüfeği var evde Ramazan’ın.
-Söyle.Doğru yol hangisi? Şu karıyı vurmak mı yoksa ha?
Yok. Hatırlıyor onu. Daha taze bir gelinken. Hatırlıyor o ilk hevesini. Boynuna yüzgörümlüğünü takıp, tülünü kaldırdığı o ilk geceyi. Nasıl da tertemiz, ay gibi pasparlaktı yüzü. Güzeldi, dünyanın en güzel, en temiz kadınıydı. Karısıydı. Peki sonra ne oldu be Ramazan? Her şey öyle güzel, öyle tertemizken ? Bir talihsizlik mi her şey, yoksa dünya mı kirlendi?
-Allah’ım doğru yol hangisi?
İşte Ramazan bu. Bir adam. Çoğuna göre işe yaramaz birisi. Ama beni çıldırtıyordu o yüksek kayalıklarda oturup sigara içişi. İp gibi akıyordu aşağıda ırmak. Sorular, sorular, sorular…İşte dünya buydu. Sordukça sorusu çoğalıyordu. Bu da Ramazan’ı yiyip bitiriyordu. Yok, yok. Her şey horozdaydı. Canım horoz. Canımıniçi horoz. Ramazan her gün onu etle besliyordu.
Derken kış geliyordu. Kuzinenin üstünde çaydanlık kaynıyordu. Ramazan suskun, bir köşede oturuyordu. Karısı çay getiriyordu ona, suskun. Ramazan’ın bu amansız suskunluğu içini ürpertiyordu. Duvarda tüfek asılı duruyordu.
Kış geliyordu. Horozcu kahveleri yine eski şenliğine kavuşmaya başlıyordu. Ramazan her gün idman yaptırıyordu horoza. ‘Oğlum’ diyordu ona. Kucağına alıp başını okşuyordu. Çelimsiz zayıf bir adamdı Ramazan. Horozsa iyice güçlenip, kaslanmıştı. Gagalarını birer jilet gibi keskinleştirmişti Ramazan onun.
Kıştı. Kar altında horozcu kahveleri iyice şenleniyordu. Canibik bütün horozları kan revan içinde bırakıyordu. Ramazan’ın gözleri parlıyordu.
-Harcadık ulan onları. Harcadık…
Ama yine de kıştı işte. Kış geceleri hep uzun geçiyordu. Uzadıkça uzuyordu geceler. Çıkarıp yine bir sigara yakıyordu Ramazan karanlıkta. Yine iyice suskunlaşıyordu. Karısının içi ürperiyordu.
Horoz her şeyden habersiz kümesinde uyuyordu.
SON
…………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………
……………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………
Bir 12 Eylül Öyküsü : AĞIT
Ağıt için ilk öyküm diyebilirim. İlkokuldan itibaren birşeyler yazmış bir kişi için ‘ilk’ zor bir tanımlama ama, artık ‘bu bir öykü oldu’ dediğim aklımda kalan ilk metin bu. Öykü aslında benimkisi gibi 12 Eylül öncesi dönemi otaokulda görmüş 1964-1968 jenarasyonunun da bir hikayesi. Çocuk yaşta olduğumuz için 12 Eylül darbesi bizleri zindanlarda süründürmedi. Ama bizlerin pek çoğu da etrafta olan bitenleri gördük, kaybolan abilerimizin götürülüşüne, akrabalarımızın demir parmaklıklar arasında kalışına tanıklık ettik. 12 Eylül sonrasındaki baskıları çok yakından hissettik. Üstelik bu travmaları çocuk yaşlarımızda hissettik. 12 Eylül’de tutuklanmış olan halamı ziyaret ettiğimizde o çocuk halimle içimde kalan bir acı; bu ziyaretten yıllar yıllar sonra
bir isyan, bir çığlık,bir ağıt olarak bu öyküye dönüşüp çıkmıştı içimden. 12 Eylül döneminde pek çok insan peşine düştükleri idealleri yüzünden sonradan acılar yaşadılar. Ama benim için asıl en üzücü olanı 12 Eylülden yıllar yıllar sonra 40 lı yaşlarımda o dönem 12 Eylül öncesi yaşanmış olan herşeyin neredeyse Truman Show filmindeki gibi bir kurmaca olduğunun ortaya çıkması olmuştur. Ülkeyi 12 Eylül’e götürmek için bazı karanlık eller özenle bu senaryoyu yazmışlar ve pek çok insan kendi idealleri için mücadele ettiklerini düşünürken bu vahşi senaryonun da bir parçası haline getirilmişti. Neyse ‘Ağıt’ bir 12 Eylül öyküsü anlayacağınız. Öyküyü 1989-1990 yıllarında bitirmiştim. O dönem çok okuduğum Latife Tekin ve Marquez etkisi var biraz öykü üzerinde. Sanırım biraz da ‘La Sur’ (Güney) filmi beni etkilemişti. Öykü aşağıda bakalım beğenecek misiniz?
AĞIT
Güneşşsiz günlerdi. Kalabalıktık. Mezarlığın devrilmiş küçük kapısını çiğneyip geçmiştik. Meğer ağaçlar da beton soğukluğu veriyormuş mezarlıkta. İçim ürpermişti. Yağmur mu yağıyordu, ağlıyor muydum anımsamıyorum şimdi.
Güneşsiz günlerdi. Fadime’nin bahçesinde domateslerin solduğu, bezgin minübüslerden inenlerin ana avrat küfrettikleri günlerdi.
Ortada kalıvermiş olan küçük kum tepesineydi gözyaşlarımız. Bu göz yaşlarına anlam veremeyen Hasan’ın oğlunun küçük ve şaşkın bakışlarınaydı. Kaşık oyunuyla nam salmış Fadime’nin, küçük bir kum tepesiyle başlayıp yine küçük bir kum tepesiyle biten bir hikayeye yaktığı ağıtınaydı.
Küçük kum tepesinin üstüne yatırıvermişti çimento torbalarını. Ve keskin ucuyla küreğin yarmıştı ortasından. Fadime su taşırdı Hasan’a. Küçük küçük atardı adımlarını. Tenekeden sular zıplardı ayaklarına. Hasan nasıl da hışımla karardı harcı. Bir biriket cambazı gibi bir gecede üretiverirdi duvarları.
Derken bir gün – güneşli bir gün olurdu bu – büyücek bir taşın üzerine çökerdi Hasan. Nasıl da gözlerinin içi gülerdi gözlerime bakarken. ‘Başımızı sokacak bir damımız oldu elhamdülillah, Allahım içini de doldurur inşallah ‘derdi. Derdi ve bir türkü söylerdi. O türkü söylerken nedense hep yemyeşil olurdu çimenler. Karşıdaki tepede bir zeytin ağacı olurdu hep. Kadınlar domates toplamaktan dönerlerdi seralardan. Önümüzdeki tozlu yoldan bezgin minübüsler geçerdi şehre giden.
Benim onlarla ilk tanışmam düğünlerinde olmuştur mutlaka. Daha yeni yağmur yağıp kesilmiştir. Islak bir gecedir. Çatılar vardır. Üzerinde eski tozlu tenekeler, cam parçaları, eski araba tekerlekleri olan çatılar. Ve rengarenk balonlar.
Bir de düğün için günübirlik süslenmiş işçi kızlar. Bir de Emel vardı kuşkusuz. Vardı ve eminim hiç de bana anlattıkları gibi değildi. İşçi kızların yanaklarında allıklar vardı ve geniş bir tepsinin tersiyle çalınan havalara türküler ve oyunlar eşlik ediyordu.
Ortaokullu bir parasız yatılıydım o zamanlar. Hem de kolejde. Yitiktim ama. Boş meydanlar ve asılı bayrak kalırdı bana haftasonları. Bir de nereden dilime takıldığını bilemediğim ‘kaç yıl geçti aradan’ şarkısı. Çayhane benden de kederli olurdu zaten. Yatakhanenin beton soğukluğu sinerdi içime. Bir de sazın ezgisi. Üçüncü kat banyosunda sular akmazdı. Sazcılar sazhaneye çevirmişlerdi orayı. Gidip gidip sazcılardan Ceylan’ı dinlerdim. ‘Ceylan Ceylaaan…Yaralı Ceylan’.
Ceylan da ortaokullu bir kızdı benim gibi. Çok konuşur, az yemek yerdi. Bir de içten içe çok dokunurdu bana onların evlerinde olan şeylerin bizim evimizde de olmayışı.
Gidip gidip Ceylan’ı dinlerdim ben de sazcılardan. Sonra sazcılar akşamları o büyük kalabalıkların toplandığı odalara giderdi. Beni de çağırırlardı ama ben gitmezdim. ‘Gitme’ demişlerdi de bana ondan.
Uzaktan seslerini işitirdim. Anlamazdım pek ne konuştuklarını. Sonra birlikte türküler söylerlerdi. Fadime’yle Hasan’ın düğününe benzer bir şeyler bulurdum onların bu türkülerinde. Ama bir türlü çözemezdim bunun ne olduğunu. Öylesine çekerdi ki bu beni onların yanına yine de gidemezdim ama. Kim bilir belki de bu yüzden yitiktim.
Memlekete döndüğümde onları ziyarete giderdim. Kumaş pantolonlu, bağrı açık gençler, kara kuru adamlar, eşarplı, basma entarili kadınlar inerdi minübüsten.
Bir de ben inerdim.
Çocuklar olurdu yol kenarında. Mucuk oynarlardı. Başaltı oynarlardı. Yalak oynarlardı. Ya da benim bilmediğim başka oyunlar oynarlardı işte. Lastik pabuçları olurdu. Suratları kirlenmiş olurdu. Güneş sarartmış olurdu saçlarını. ‘Abi’ diye bağırırdı bir tanesi. Bakar, gülümserdim. Abiliği garipsemiş ortaokullu adımlarımla yürürdüm. Ardımdan bağırırlardı:’Abi sen artist misin?’. Gülüşürlerdi alaylı.
Her seferinde çamaşırlar asılmış olurdu iplere. Her yer çamaşır olurdu. Sıyrılıp geçerdim aralarından. Yüzümü çizerdi ıslaklıkları. Çamaşırlar arasında hala bir şeyleri yıkarken bulurdum Fadime’yi. Rengini yitirmiş gül kurusu bir leğenin başına çömelmiş, elleri köpükler içinde yitmiş, çamaşırları çitilerken, şöyle bir durup elinin tersiyle terini silerken ya da bir bezi sıkıp yanındaki kovaya bırakırken bulurdum onu.
Leğendeki suyu dökerdi de, su yiter, köpükler kalıverirdi toprağın üzerinde. İşte tam o anda benim geldiğimi de görüverirdi. Gülerdi. Ellerini kurulardı eteğiyle. Gülerdi.
Hasan’ı ise hep tehlikeli bir işin başında bulurdum. Kimi zaman ağzında çiviler, elinde keser, her yanı dökülen bir merdivenin tepesinde, kimi zaman çatıda düşmek üzereyken, kimi zamansa yandaki elektrik direğinin tepesinde bulurdum onu. Hep bir yerleri onarırken ve hep ölmesi an meselesiyken bulurdum onu da yüreğim oynardı yerinden.
Ölümden son anda sıyrılır, geliverirdi yanıma. Ellerini yıkardı bahçedeki çeşmede. Evin önündeki çardağın köşesine asılı küçük bir havluyla kurulanırdı. Öpüşürdük. ‘Hazır iş yokken biraz onarım yapayım dedim’ derdi. Çardağın köşesinde kırık bir ayna parçası olurdu. Gider büyük bir özenle saçlarını tarardı orada. Sonra dönerdi. Dönerdi de ‘iyiki geldin be yiğen’ derdi. Derdi de nasıl gözlerinin içi gülerdi.
Mutlaka aç olurdum. Tok olsam da aç sayılırdım. Bir sofra bezi serilirdi ortaya. Acemice bağdaş kurardım sofranın kenarına. Domatesler toplanırdı evin önündeki küçük bahçeden. İri iri doğranırdı genişçe bir kabın içine. Naylon bir tabakta çökelek gelirdi. Bazlama sulanırdı. ‘Çömeç et et ye’ derlerdi. ‘ Aç kalmayasın ha’. Susardım. Sofra bezinin solmuş çizgilerinde gider gelirdi düşüncelerim. Bu suskunluğumu neye yorarlardı bilmem?
Sonra, evin önündeki küçük bahçeden söz açılırdı. ‘Evimin ihtiyacını karşılıyor elhamdülillah’ derdi Fadime. ‘ Dışarıdan almaya kalksan dünyanın parası. Başolunmaz onunla. Hem biz alışmışız elimizin altında taze sebze olmasına‘. ‘İyi düşünmüşsünüz’ derdim. ‘Gerçekten her şey çok pahalı’. Ben hak verince Fadime devamını da getiriverirdi hemen. ‘Allah razı olsun enişteler de köyden bir çuval bulgur, bir çuval da un yıkıverdiler evin önüne. Ekmeğe de para vermeyiz. Bazlama, börek atıveriririm haftada bir’. ‘Çok iyi yapıyorsunuz’ derdim. Derdim ya, aslında içimde garip bir burukluğu da gizlerdim.
Ben hak verir gibi görününce, laf iyice heveslenip genişlerdi. Bahçeye sığmaz olurdu artık. Bahçenin biriket duvarının üstünden atlayıp karşı tarladaki bir okul inşaatına ulaşırdı. Fadime karnını tutup gözlerini parlatarak ‘bebeğimize yetişecek inşallah’derdi. Fadime bir heves bunu söyleyince laf Hasan’ın gözlerinin ışıltısını görür, yeniden hız alır, bu kez de kıvrılıp evin önündeki yolun peşine düşerdi. Yol kenarına yapılmış bir kaç apartman bozuntusu evi evi bahane edip asfalt döşetirdi tozlu yola; vızır vızır arabalar işletirdi bu tozlu yolun üzerinde. ‘Göreceksiniz, kondu mahallesi değil, sayfiye yeri olacak burası sayfiye’derdi Hasan.
Çay demlenip içilirdi arada. Derken gece olurdu. Ay, bahçedeki domateslerin yanaklarını parlatırdı. Lafın hevesiyse dinmek bilmezdi. Oradan oraya atlayıp, bir Fadime’ye, bir Hasan’a fırsat düşürerek, dolaşıp dururdu bütün gece.
Bir de Emel gelip gitmiş olurdu benden önce.
Sonra, ben yine yitikliğime dönerdim. Gün solar giderdi okulun camlarında. Direkte bayrak sallanır dururdu. Boş meydan ve uzaklar iyice yüreğimi boşaltırdı da bu boşluğa yitikliğim dolardı. Üstelik Ceylan’ım da yüzüme bile bakmadan çekip giderdi uzaklara. Görmezdi içime dolan yitikliği.
Dibine çökekaldığım duvarlara Ceylan’la ikimizin kalbini kazır, içlenip ağlardım. Ağlardım ya, yine de değişmezdi bir şey. Boş sınıflara gidip, bağıra bağıra ‘Tahta Masa’yı, Son Mektup’u, Kaç Yıl Geçti Aradan’ı söylerdim yine de değişmezdi bir şey.
Bir türlü bilemezdim ne yapacağımı. Herkes gibi ben de kendime havlu, makas, ayakabı boyası alırdım, yine de geçmezdi yitikliğim. Saçlarımı ben de ortadan ayırırdım, yine de geçmezdi. Bilemezdim ne yapacağımı.
Çizgili pijamalarıma arap sabunu, demir ve beton kokusu sinerdi. Boyası dökülmüş ranzama kıvrılıp düşler kurardım. Sonu hep buruk sorularla biten düşler… Ceylan’ımla bizim memlekete giderdik. Kentimin çarşılarını, caddelerini, parkını gezdirirdim ona. Sonra da birlikte limana balık avlamaya giderdik. Kim bilir nasıl şaşırırdı oltasına ilk balık takıldığında? Dönüşte de fuarın orada dondurma ısmarlardım ona. Ertesi günse Fadime’yle Hasan’ı ziyarete giderdik. Ama, acaba o ne düşünürdü onları görünce? Üstelik bizim evde doğru dürüst bir teyp bile yoktu. Kim bilir belki de çok yoksul olduğumuzu düşünürdü. Hem ben bizim oralarda bir hamburgerci dükkanı olsun bilmiyordum.
Hep böyle saz, beton, demir ve buruk düşlerle geçerdi gecelerim.
Emel’in düşleriniyse hiç bilmezdim. Belli ki o da her gece düşler kurardı benim gibi. Ama benimkiler gibi buruk düşler değil. Belli ki çok konuşurdu. Hep düşlerinden bahsederdi etrafındakilere. Fadime ve Hasan’a da düşlerinden bahsetmişti Emel ve nasıl yaptıysa yapmış, kendi düşleriyle onların düşlerini birleştirmeyi başarmıştı.
Hep birlikte bir düğün düşlemeye başlamışlardı. Yanakları allıklı işçi kızlar ve sazcılar da oradaydı. İpini koparmış balonlar gibi sokaklardan akmışlardı. Rengarenktiler. Hepsinde bayraklar vardı. Bayraklar, ah bayraklar, yitikliğimin direkte sallanan bayrağından nasıl da farklıydılar. Ne konuşkan, ne sıcak, ne kalabalıktılar. Bayrakların çağıltıları sokaklarda çınlamıştı. Onları duyanlar camlara fırlamıştı. İşçi kızlar göğüslerinden kağıtlar çıkarıp onlara doğru fırlatmışlardı. Kağıtlar havada kelebek gibi süzülmüş, kaldırımlara konmuşlardı. Kaldırımlar işçi kızların sıcaklığıyla kendinden geçmişlerdi. Emel’in sarışınlığı camlara yansımıştı. Hasan durup kendini seyredenlere bir türkü söylemişti. Söylerken gözlerinin içi gülmüştü. Sazcılar ona eşlik etmişti. İşçi kızlar oyuna çıkmıştı. Fadime kaşık çalıp, gerdan kıvırmıştı.
İşte böyle, düşsel bir geçit töreni gibi akıp geçmişlerdi sokaklardan. Seyredenler şaşkın kalmışlardı. Kaldırımlar işçi kızlara aşık olmuşlardı. Emel’in sarışınlığı sokaklara sinmişti. Hasan’ın türküleri ve Fadime’nin kaşık oyunu, üzeri tenekelerle, cam parçalarıyla, eski araba tekerlekleriyle kaplı evlerde nam salmıştı.
Derken o hiç de beklenmeyen şeyler oluverdi. Tam da düşlerin en güzel yeriydi. Düğünün en çoşkulu anlarıydı. Emel’in, sazcıların hiç beklemediği şeyler…Sağanak bastırdı, düğün yarıda kaldı.
O benim de beklemediğim şeyler. Yüreğimi benden koparıp götüren şeyler. Sazcıların sazlarını kırıp, onları alıp götüren şeyler. Ceylan’ım, ah hayırsız Ceylan’ım, sazın tellerinden olsun gülümsemeyecekti artık bana. Yapayalnızdım artık. Yatakhane iyice sessizleşip tam bir beton yığınına dönüşmüştü.
Emel’in de sarışınlığını götürmüşlerdi.
Sonradan görecektim onu. Rengini yitirmiş soluk bir çiçek gibi demirden parmaklıkların arkasında. Ardında yatakhaneninkine benzer bir beton soğukluğu olacaktı da yüreğim ürperecekti. Ağlayıverecektim.
Ama kimse Hasan’ın başına gelecekleri tahmin bile edemeyecekti. Emel, haber salacaktı Hasan’a ‘gidip evdeki kitaplarımı temizlesin’ diye. Hasan onları bir kutuya koyup çıkacaktı evden. ‘Dur’ diyeceklerdi ona. Yüreği oynayacaktı yerinden. Durmayacaktı ama. Her zaman ki gibi ölümden son anda sıyrılıp geliveririm zannedecekti yanıma. Kayar giderim de, yiterim sokakların arasında diyecekti. Yüreğim oynayacaktı yerinden. Önce kitaplar saçılacaktı yerlere, sonra damat devrilecekti sokağın ortasına. Düğün kanla yarıda kesilecekti. İşçi kızlar öldürülen damada bakıp, donakalacaklardı. Türküler ağıda dönüşecekti. Fadime kaşıkları fırlatıp, saçını başını yolacaktı.
Bahçedeki domatesler kuruyup gidecekti. Kara kuru adamlar, kumaş pantolonlu bağrı açık gençler, basma entarili kadınlar anaavrat küfredeceklerdi onu vuranlara.
Ama en çok türküler ağlayacaktı onun ölümüne. Hepsi; işçi kızlar, Emel, Fadime, teneke çatılı kondu mahallesi yitik olacaktı benim gibi. Bir tek boş meydan ve uzaklar kalacaktı. Yüreğimde yitikliğimin bayrağı sallanacaktı sadece.
Biliyordum, ben iflah olmazdım artık.
SON
……………………………………………………………………………………………………………………………………………………………….
……………………………………………………………………………………………………………………………………………………………….
ESKİ KIRKBEŞLİKLER VE GARİP BİR BAŞAĞRISI
Sanırım bu en son yazdığım öykü. Babamı kanserden kaybettikten sonra, ondan kalan 45 likler ile birlikte bir tür ağıt aslında. Bu öykünün diğer öykülerden ayrılan en önemli yanı belgesel yanının daha ağırlıklı olması. Diğer öykülerde genelde yaşam içindeki çeşitli gözlemler, zihnimde kaynaşıp apaayrı bir gerçeklikle bir hikayeye dönüşür. Ama bu hikayede açıkça babamla yaptığımız çeşitli kayıtları kullandım. Pekçoğu babamım kendi sözleri ve anlatılanların öykü için birkaç düzenleme yapılmış kısmı görmezden gelinirse aslında onun hayat hikayesinin de bir tür belgeseli. Aynı öykünün müzikli bir video formatını da yaptım sonradan. Bir tür öykülü 45 lik dinletisi gibi. Fırsat olursa birgün sizlerle onu da paylaşmak isterim. Babama bir kanser ağıdı yazdığım günlerde açıkçası aklıma gelen en son şey 3-5 yıl sonra kendimin de kanserle boğuşmak zorunda kalacağı idi. Bakalım öyküyü beğenecek misiniz?
ESKİ KIRKBEŞLİKLER VE GARİP BİR BAŞ AĞRISI
Babam için. Kızım Rüya okusun diye…
28 Mayıs 2007, Balkonda bir çilingir sofrası
geri dönülmez bir yoldayım
bir avuç toprak son nasibim
gün güneş olsa ben neyleyim
gönlümde akşam oldu benim
bazen bir rüzgarım esen
bazen de düşen bir yaprak
tut ellerimi istersen
maziye uzanarak
Neşe Karaböcek Sel Plakçılık
………
………
‘İşte böyle Çağrı dostum. Kalın bağırsaktan sonra aylar içinde karaciğerine atladı kanser. Çapa’da ameliyat ettirdik. Çok ümitli konuşmuştu hocalar. Karaciğerdeki kitleyi tamamen temizledik, böyle çok vakamız oldu en az iki üç yıl bir dert çıkarmaz dediler. Sahiden de sonraki bir ay tam bir balayı oldu hepimiz için. Babam eskisi gibi oluverdi birden. Hepimiz işlerin iyiye gideceğine inandık. Hem de ne balayı. O bir ay boyunca bir gün olsun o lanet baş ağrısı da gelmemişti bana. Ama sonra yeniden bir kabus gibi ortaya çıkıverdi tümör. Bu kez çok da zalimce davrandı. Aylar içinde atlamadığı organı kalmadı babamın. Üç ay içinde eriyip gidiverdi adam. Ah bir bilsen Çağrı, ne acılar çekti son zamanlarında.’
Baharın yazla buluştuğu ılık bir akşamdı. Balkonda küçük bir çilingir sofrası hazırlamışlardı. Ilık bir yaz esintisi yüzlerini okşuyordu. Pikaptaki biten Neşe Karaböcek plağını çıkarıp, başka bir 45’lik yerleştirdi Ahmet. Cızırtılı bir müzik yeniden balkona yayıldı. Mustafa Sağyaşar söylüyordu:
Ömrümce hep adım adım
Her yerde seni aradım
Ben kalbimden başka yerde
İnan seni bulamadım
‘Bu plakların çoğu neredeyse benimle yaşıt biliyor musun? Çocukken evde Philips marka kocaman bir pikabımız vardı. Evdeki tüm çocukların en büyük eğlencelerinden birisiydi bu pikaba plakları yerleştirip dinlemek. O zaman sadece bir oyundu bu. Şarkıların sözlerini anlamazdık bile. Nereden bilecektim o yaşta, bu plakların bana babamdan kalacak en kıymetli miras olacağını. İnanmayacaksın ama Çağrı, benim o lanet baş ağrıma da bu plaklar çare oldu. Gitmediğim nörolog, ağrı uzmanı kalmamıştı. Ne tetkikler yaptırdım. Ağrının nedenini hep kafamın içinde aradılar. Meğer aynı Mustafa Sağyaşarın şarkısındaki gibi ağrı yüreğimin içindeymiş aslında. Çok sonradan anladım.’
3 Nisan 2006
Babam Cerrahi servisinde,
Kırkayak gibi dikişleri göbeğinde
Sen gideli geçti günler
Seni arar evde gözler
Resmin hatıra kaldı annem
Annem annem
Andıkça seni her an
Kalbimde yanıyor kan
Şikayet edemem çünkü
Aldı seni yaradan
Anneciğim anam
Sevgi sana rahmet sana
Tek dileğim var yalnız sana
Al yanına bas bağrına
Annem. Söz:Fecri Ebcioğlu Seslendiren :Zeki Müren Grafson plakçılık
‘Köyde okul yok oğlum. Gülnar’da bir ev tutuverdiler bize. Yedi çocuk bir evdeyiz. Ortaokula yazıldık. Neticede benim aklım kabul etmiyor. Köyden yedi çocuk iki odalı bir evin içindeyiz. Hafta sonu köye gideriz. Öyle otobüs, dolmuş yok şimdiki gibi. Gittiğimiz yer en az üç dört saatlik yol Ahmet. Dereye inip sonra yamaca tırmanıyorsun. Onca dağı taşı yürüyerek gidiyorsun. Sömestr tatilinde karne geldi. Tam yedi zayıfım var. Babam geldi köyden. O beni okuldan almaya çoktan niyetli. Oğlum köyde çiftimiz çubuğumuz bekliyor dedi. Sömestr tatilinin son günüydü. Rahmetli anam bir şeyler hazırladı yedik içtik. Sonra da evin önünde kazanda su ısıtıp iyice bir yıkadı beni. Temiz urbaları üstüme giydirdi. (Burada gözleri dolmuştu babasının. Yanaklarından iki damla yaş aşağıya doğru süzülmeye başlamıştı. Ahmet yıllar sonra ikinci kez babasını ağlarken görüyordu. Bir de o kolej imtihanını kazandığında ağlamıştı yıllar önce. Bir de aylar sonra kolu kırıldığında acıdan ağlarken görecekti onu.) Oğlum dedi anam kulağıma eğilip, sana bir şey söyleyeceğim. Bu köyden kaçan kurtulur. Bunu söyleyen kadının sırtında doğru dürüst bir elbise yoktu Ahmet. Sen şimdi doğru okuluna gideceksin dedi anam. Babana uyma. O seni köyde çoban koymak istiyor. Sen doğru okuluna gideceksin ve göreceksin zayıfın falan da kalmayacak inşallah. Okulunu bitirip gelip ananın elini öpeceksin. Dediği gibi de oldu Ahmet. O yılsonunda zayıf falan kalmadı. Sonrasında da teklemeden bitirdim okulu. Sağlık Kolejini kazandım derken. Lisenin ilk yılıydı daha. Anama karnemi götürüp elini öpmek kısmet olmadı. Genç yaşta ölüverdi gitti fukara kadın. Bak şimdi nerden nereye… Anamın o günkü lafları olmasaydı köyde çoban olarak kalacaktım. Şimdi Allahıma şükür dört çocuğu da üniversite bitirmiş bir adamım. Oğlum Ahmet doktor olmuş. Babasını üniversitede özel odaya yatırmış. Görse ne mutlu olurdu rahmetli.’
Hastanedeki beşinci günleriydi. O gün neredeyse hiç susmadan konuşmuştu babası. Önce Yemen Savaşına giden iki dedesini anlatmıştı. Birisi hiç dönmemiş. Diğeri ise yıllar sonra iyice ümit kesilmişken tek bacağı topal bir halde dönmüştü köye. Sanki tüm hayatını bir gün içinde anlatıp bitirmek istiyordu babası. Sanki günlerdir konuşmaya acıkmış gibiydi. Ama tüm hikayelerde de mutlaka ölüm lafı geçiyordu. Babasının bu garip gevezeliği Ahmet’in içinde ince bir sızı ve garip bir tedirginlik yaratıyordu. Hissediyordu yine o garip baş ağrısı başlayacaktı. Korkudan hemen bir kenarda gizlice neredeyse bir avucu dolduracak kadar ağrı kesiciyi bir yudum suyla midesine indirivermişti.
……..
……..
‘ Daha yaşım bile değilmiş Ahmet. Belki de o gün ölüp gidecekmişim. Sizlerin de hiçbiri olmayacaktı o zaman. Kader mukadderat diye bir şey var be oğlum. Anlatırlardı hep büyükler. Tam üç gün işeyeyememişim. Öyle tutula kalmışım. Ne yapmışlarsa açılmamışım. Anam söylerdi; nasıl bir acıysa öyle çığlık çığlığa bağırmışım koca bir gün. Öyle doktor, hemşire falan ne gezer o günlerde köy yerinde. Olçumun birisi soğanı doğrayıp kavurun sonra da sıcak sıcak karnına bağlayın demiş. Babam benim için bir tosun adaklamış. Üç Kulfü, bir Elham okuyup sıcak soğanı karnıma bağlamışlar. Arkasından da adamlar korku yapmışlar. Derken Allahın işi birden açılıvermişim. Bak şimdi o bebeğin oğlu büyüdü doktor oldu. Aslında dünya ne kadar değişti be Ahmet o günden bu yana. Tıp ne kadar gelişti. Sizin anlamanız çok zor o günleri.’
‘Korku yapmak ne demek baba?’
‘Köy yerinde daha çok sıtma günlerinde yapılırdı o Ahmet. Çaresizlikten tabi. Bizim çocukluğumuzda tüm Çukurova sıtmadan kırılırdı ‘
‘Sen sıtma da mı oldun baba?
Garip anlamlı bir gülümseme oluşmuştu babasının yüzünde. ‘Ah oğlum o günlerde Çukurova’da sıtma olmayan var mıydı ki? Sıtmada insanın dalağı kocaman olur. Belli saatte bir titreme alır ki insanı dayanılmaz. İşte o titreme geçsin diye keskin bir baltayla sıtmayı korkuturlardı. Baltayı ellerine alıp korku geldi korku geldi diye öteden sanki karnını keseceklermiş gibi koşarak gelip dalağının üstüne sürüverirlerdi. Neyse ki sonra kinin çıktı. Bu saçmalıklar bitti. İlk zamanlar millet zehir diye içmedi ama sonra alıştılar. Herkesin çantasında olurdu kinin.’ Sonra derin bir iç çekti babası sonra da mırıldanarak ‘ sıtma illeti bile öldürememişti beni ama…’ diye bir iç geçirdi.
Bu uzayan ama ve sonrasındaki o garip iç çekiş… Ahmet hemen iki işaret parmağını iki şakağına koyup ovuşturmaya başlamıştı. Bu neredeyse onda aylardır bir tik haline gelmişti. ‘İyi ki ağrı kesicileri zamanında almışım’ diye geçirdi içinden. Şimdilik o lanet baş ağrısı gelmemişti.
28 Mayıs 2008, Balkonda bir çilingir sofrası
Sanki yazın gelişin kutlamak ister gibi ışıl ışıl bir dolunay vardı gökyüzünde. Pikapta Ajda Pekkan’ın belki de ilk plaklarından birisi çalıyordu: Boş Sokak.
hiç niyetim yoktu maziye
dönüp seni anıp düşünmeye
eski bir şarkının o an birden
geldiğini duydum penceremden
koştım biran koştum
baktım hemen seni aradım
hep penceremden
gözlerimde yaşlar birden coştu
fakat ne yazık ki sokak boştu
‘Sen de benim gibi yatılı okudun Çağrı. Aslında biz az görebildik babalarımızı. Sonra da üniversite, iş, güç derken insan yabancılaşıp gidiyor. Bayramdan bayrama gider olmuştuk son zamanlarda babamın yanına. Ah, nasıl bir seremoniye dönüştürürdü bizim o bayram ziyaretlerimizi. Babam süpermarket işine hiç alışamadı. Ömrü boyunca tanıdık esnaftan alışveriş yapmaktan vazgeçmedi. Babamın onu yakından tanıyan, onu seven, ona saygı duyan bir kasabı, bir bakkalı, bir balıkçısı, bir elektrikçisi, bir yorgancısı, bir kuruyemişçisi, bir gazetecisi olmuştur hep. Mersin’e her gidişimizde bizimle karşılaşmanın onda yarattığı mutluluğu bir seremoniye dönüştürürdü. Babamın kasabından etin kebap için en uygun yeri alınır; fırıncı özel lavaş ekmeklerin hazır eder; bakkal içeceklerin en soğuklarını verir. Babam kimsenin elini cebine atmasına izin vermediği gibi, kimsenin alışverişe gitmesine de izin vermezdi. O yaşlı bacaklarıyla tek tek ahbap esnafını dolaşır, gözlerindeki mutluluğu onlarla paylaşır, sonra aldığı eti güzelce terbiye edip, şişlere dizer ve kendi elleriyle bize kebap hazırlardı. Mersin’e, baba ocağımıza her gidişimizde bu seremoni yinelenirdi. Babamı bu haliyle izlemek hepimizde anlatılması güç duygular uyandırırdı. Zaten özlemle içimizde birikmiş olan sevgi, iyice içimize sığmaz hale gelirdi. O günlerden birisiydi Çağrı, daha babamın ölümünden yıllar öncesiydi. Anımsıyorum şöyle geçmişti aklımdan: Bir gün babamın ölüm haberini alırsam gözümün önünde hemen bu seremoni canlanacaktı. Eminim günlerce ağlayacaktım. Ama biliyor musun tam tersi oldu. Ne babamın kanserle mücadele ettiği o acılarla dolu yılda, ne de kefeniyle mezara yerleştirdiğim gün, bir damla olsun yaş akmadı gözlerimden. Sadece boğazıma bir yumruk gelip tıkanıyor, ondan sonra da amansız bir baş ağrısı başlıyordu bende. Biliyor musun bir gün bu baş ağrısı yüzünden Çapa’nın aciline bile kaldırdılar beni. Öylesine dayanılmaz bir şeydi. Gittiğim bir psikiyatr ağlamam gerektiğini söylemişti. Ama sanki gözyaşı pınarım kurumuş gibiydi. Ağlayamıyordum bir türlü. Büyük erkek çocuk olmakla ilgili bir şey galiba bu. İnsan babasını çaresiz görmeye dayanamıyor. Son günlerinde tümör kemiğe yayılmış. Bir gün gözlerimin önünde acıyla öyle bir feryat kopardı ki adamcağız bilemezsin. Sonra da acıdan hüngür hüngür ağlamaya başladı. Meğer metastazın olduğu yerden kolu kırılıvermiş adamın. O gün bile ağlayamamıştım. Üzüntünün yerini hep bir suçluluk duygusu dolduruyordu bende. O beni nice sıkıntıyla, nice özveriyle doktor etmeyi becermişti ama şimdi ben, onun ihtiyaç duyduğu anda hiçbir şey yapamıyordum. Elimden hiçbir şey gelmiyordu.’
3 Nisan 2007,
Cerrahi servisi, babam hala anlatırken
‘Memuriyetin ilk yılları… Annenle yeni evlenmişiz. Kars’ın Kağızman ilçesine gönderdiler bizi. Aman Ahmet, bir yaman kışı vardı ki o Kağızman’ın anlatılmaz. İki ton kömür almıştım, daha kışın ortasına kalmadan bitiverdi inan. Odada soba harıl harıl yanardı, camın dibine bir kova su koysan, donardı yine de. Öyle yamandı oranın soğuğu. Bir akşam annenle ikimiz uyuyakalmışız odada. Soba tütmüş. İkimiz de dumandan zehirlenmişiz. Komşular son anda fark edip, kapıyı kırıp girmişler içeriye. Yarı baygın çıkarmışlar ikimizi dışarıya. Beş on dakika daha kalsak annen de ben de ölüp gidecekmişiz. Ama Allahın takdiri işte… Demek ki sizlere de bir hayat varmış bu dünyada. Demek ki bizlerin de yaşayacak günlerimiz varmış daha. Biliyor musun o yaz sen doğdun. Bak şu günü hiç unutamam. Kırkın çıkınca dedim ki annene ‘Hadi kalk Bedriye, kışın bu kadar eziyetini çektik, yazının da biraz sefasını sürelim şu Kağızman’ın. O zamanlar faytonlar vardı. Yeni bir moda çıkmıştı. Faytonlara pikap koyuyorlardı. Seni ve anneni pikaplı bir faytona bindirdim. Dedim ki faytoncuya ‘koy bakalım pikaba bizim için bir plak. Faytoncu da pala bıyıklı bir Kürt; ‘Emrin olur dohtorum’ dedi. O zaman doktor falan yok oralarda. Bizim gibi sağlık memurlarına doktor derdi yerli halk. Bir plak koydu pikaba:
Kağızmana ısmarladım nargele nargele
Kağızmana ısmarladım nargele nargele
Altın kemer ince bele dar gele dar gele
Dar gele dar gele oy dar gele dar gele
Benim yarim güzellerden bir dane bir dane
İçlerinde sarı saçlı güldane güldane oy
Güldane güldane güldane güldane oy
Derleyen: Muharrem Akkuş, Seslendiren Muzaffer Akgün, Grafson Plakçılık
Ne güzel, ne mesut bir gündü be Ahmet. Faytoncudan o plağı satın aldım. Bu türkü oğlumun türküsü olacak dedim. Biliyorsun o plağı, çocukken ne çok dinlerdin. Sonra… Van Başkale… Bingöl Kiğı… O kar boran içinde üç çocuk daha doğurdu annen. Kimi yerde elektrik yok, kimi yerde sular donar. İspirto cağında çok süt ısıttım ben. Büyüdünüz hepiniz, işte, iş güç sahibi oldunuz Allahıma şükür. Onca mahrumiyette hiçbirinizin başına da bir şey gelmedi şükür. Ama annenle benim çok hizmetim oldu o mahrumiyet yerlerinde. Çok hayır dua aldık. Bir de bu yaşımıza geldik Ahmet, dört çocuk büyüttük, memuriyette hiç haram yemedik. Belki de ondandır kim bilir?
3.Cerrahi servisi ertesi gün, 4 Nisan 2007
Hastane önünde incir ağacı
Annem ağacı
Doktor bulamadı bana ilacı
Annem ilacı
Yıldız Tezcan Edifon Plakçılık
Ahmet gözüne ilk güneş ışığı yansıdığında hemen uyanmıştı. Güneş ışığı gözüne değdiğinde hemen uyanan insanlardan birisiydi o da. O yüzden yatak odalarının camlarını karısının tüm itirazlarına rağmen kalın kadifeden koyu renkli perdelerle kaplatmıştı.
Asansörle hemen aşağı indi. Zemin katta kantin hala açılmamıştı. Mevsim bahardı. Ama ana kapıdan insanı ürperten bir sabah serinliği sızıyordu yine de zemin kata. Bekleme sandalyelerinin neredeyse tamamı bu iç ürperten serinlikten korunmak için kimisi bir hırkayı, kimisi bir ceketi kendi üstüne siper etmiş bir solucan gibi kıvrılıp sandalyelere gövdelerini sığdırmaya çalışan insanlarla doluydu.
Öğrenciliğinden biliyordu. Biraz aşağıda çocuk servisinin oradaki kantin tüm gün açık olurdu. Kendine bir poğaça bir de çay söyledi. Poğaçanın tadı ona gençliğini, öğrenciliğini anımsattı. Şimdi kırk yaşında bir adamdı. Sonra sabah sigarası için bir çay daha ısmarladı kendisine. Güneş çatıların üstünden çok hafif kendini göstermeyi başarmıştı. Ama yine de sabah serinliği ürperticiydi. Bu serinlikle ürperiverdi birden ve o anda aklına odasında yalnız bıraktığı Hasan Şahin geldi.
Döndüğünde babasını uyanmış buldu. Cerrahi D Servisinin 744 numaralı odasının içinde göbeğinin üzerindeki boylu boyunca devasa bir kırkayak gibi duran dikişlerine bakıyordu babası.
Güneş öyle güzel süzülüyordu ki odaya. Ahmet perdeleri sonuna kadar açtı. Odayı altın sarısı gün ışığı aydınlatıverdi birden. Camı açtı. Hoş bir bahar serinliği odayı şöyle bir dolaştı. Sonra annesinin memurlara özgü tasarruf zihniyetiyle özel odanın mini buzdolabında sakladığı ekmekleri camdan martılara fırlatmaya başladı. Sanki vapurda güzel bir İstanbul günündeymiş gibi. Çapa Tıp Fakültesinin de martıları varmış, ekmek bekleyen. Öğrenciyken hiç fark etmemişti onları. Martılar odanın camının etrafında pike yapıp ekmekleri kapıyorlardı. Ahmet bir süreliğine başının ağrısını unutmuştu.
Doğumundan sonra günlerce işeyemeyip, bir taşın üstüne yatırılan ve köyün imamınca ‘üçkulfübirelham’ okunduktan sonra ‘mucizevi’ bir şekilde işeyip tam ölmesi beklenirken yaşama başlayan, ‘kinin’ denen mucizeyi ancak aylarca sıtmadan titredikten sonra öğrenen, ayağına 13 yaşına kadar ayakkabı değmemiş, dedeleri Yemen Savaşlarına gitmiş ve hiç dönmemiş bir çocuk olan babası güzel İstanbul güneşinin yansıdığı odasına gelen ziyaretçilerin doldurduğu çiçeklere bakıyordu.
—Ağrın var mı baba?
—Yok, be oğlum… İçimdeki yürek sızısını saymazsan pek ağrım yok. Şimdi güneş de doldu ya odaya o da biraz hafifledi. Ahmet, gel hele sana bir şey söyleyeceğim. Ahmet dün içime doğdu. Ben öleceğim. Bu kanser illeti öldürecek beni. O yüzden aklım başındayken birkaç laf etmek isterim sana. Sen benim en büyük oğlumsun. Öncelikle oğlum, kimse ağlamasın benim arkamdan. Allah bana istediğimi ziyadesiyle verdi. Bunu bilmelisin. Senin anlaman biraz zor bunu. Biliyorum senin pek itikadın yok. Ama inan ölürken hiç gözüm arkada kalmayacak. Ama hiçbiriniz ağlamayın arkamdan. Annen çok ağlar biliyorum. Sonra Jale, Ayşe, Halil çok ağlar. Ağlamayın. Ağlanacak bir şey değil ölüm. Kader bu. Sessizce kabullenmek lazım bu gerçeği. Bak Ahmet, sakın ola ki ölümümden sonra isyankar olma oğlum. Normaldir bu. Allah nasıl bugüne kadar koruduysa beni biliyorum çok yakında alacak sizlerden beni. Ailenin büyüğü sensin. Hepsine söyle. Ben ölünce ardımdan kimse ağlamasın. Çünkü bu Allahın emri.
—Ah babam, neler geçiyor aklından. Olur mu öyle şey? Bak Türkiye’nin en iyi üniversitelerinden birisindeyiz. Hem duymadın mı ne dedi hoca? Karaciğerdeki kanserli parçanın tamamını temizlemişler. Daha dur bakalım baba. Yazın beraber tatile gideceğiz. Kışın Bayram’da yine hepimiz, tüm çocuklar, torunlar Mersin’de evde buluşacağız.
Sonra ellerinin bir tik olarak şakaklarına gittiğini hayal meyal anımsıyordu Ahmet. Sanki birileri ensesine balyozla vurmuş gibi aniden dayanılmaz bir baş ağrısı ensesinden girip, şakaklarına saplanmıştı. Hemşireler anlattılar sonradan. Odadan çıkarken bayılmış birden. Acile götürmüşler.
28 Mayıs 2008, Balkonda bir çilingir sofrası
‘Memleketteyiz. Babamın cenazesi için Mersin’e gittik. Babamı mezara koyduktan sonra yine o baş ağrısı saplanmıştı bana. Babam için bir eczaneye hazırlattığım kaşe ağrı kesicilerden birisini buldum masanın üstünde. İnan başım öyle ağrıyordu ki gözümü karartıp yuttum gitti. Neyse bir parça başımın ağrısı rahatladı. Sonra, nedense çocukluk fotoğraflarımıza bakmak istedim. Eski albümleri aradım çekmecelerde. Çekmecenin en dip yerinde bu plakları buldum. Aynı çocukluğumdaki gibi o muşamba kaplı, fotoğraf albümüne benzer korumalarının içinde duruyorlardı. Aldım hepsini valize attım. Dönüşte valizleri toplarken Özlem plakları gördü. ‘bunlar nereden çıktı diye ‘sordu. Ağzımdan çıkıverdi işte laf öylesine ‘bunlar babamın gizemli mirası. Sakın diğer çocuklara duyurma üstüne konacağız dedim. Biliyorsun ince kadındır karım. İstanbul’a döndükten birkaç gün sonra koca bir paketle çıkageldi Özlem eve. Bu ne dedim. Babandan bize kalan gizemli miras için bir dekoder dedi. O koca paketi açınca, içinden bir pikap çıktı. Ah Çağrı, o geceyi sana anlatamam. Neşe Karaböcek’in o kırk beşliği; Geri Dönülmez Bir Yoldayım… Pikaba koydum. Şöyle garip başlar o plak, önce bir kilise orgu gibi bir şey çalar, sonra bir gitar girer ondan sonra. Daha o zaman bile ben boğazımdaki düğümün çözüldüğünü hissettim. Gözlerim doldu birden. Çocukluğumda o kadar çok dinlemiştim ki zaten sonradan gelecek sözleri ezbere biliyordum. Çocukluğumda oyun gibi dinlediğim sözler şimdi kırk yaşımda ben de bir anlam buluyordu. Birden haykıra haykıra ağlamaya başlamıştım. Ajda Pekkan’ın Boş Sokağı’nı, Behiye Aksoy’un Elveda’sını kaç gez dinledim ve ağladım kim bilir? Ağlayabiliyordum. İnsan ağlayabildiğine sevinir mi ya Çağrı? Ben seviniyordum. Çünkü ağladıkça o garip, lanet baş ağrısı gün ve gün gelmez oluyordu bana. Kim bilir kaç gece yatıp kalktım o kırk beşliklerle? Tam 168 taneydiler. Her birisinin çizgilerinin arasında sadece müzik değil anılar da saklanmış gibiydi. Örneğin Zeki Müren’in Annem şarkısını dinlerken hiç görmediğim babaannemin hikayesi çıktı karşıma. Ya da ne bileyim Yıldız Tezcan’dan Hastane Önünde İncir Ağacını dinlerken Çapa’da babamla geçirdiğimiz o unutulmaz günler geldi aklıma. Bazısında da çocukluğumun unuttuğum anıları gizliydi.’
Şöyle bir soluklandı Ahmet, önündeki rakısından bir yudum aldı. Pikaba bir plak daha yerleştirdi. ‘Bak şimdi şunu dinle: Barış Manço’dan Dağlar Dağlar… Sen de yatılı okudun. Anımsarsın o günleri. Daha dün gibi gözümün önünde duruyor babamın ağlayarak anneme ‘müjde Bedriye Ahmet Eskişehir Maarif kolejini kazanmış’ dediği an. Babamı ilk kez o zaman ağlarken görmüştüm. Ama bunlar sevinç gözyaşlarıydı. Sonra o yatılı bavulları, her birinin içimde bıraktıkları hüznü hiç unutamayacağım otogardan babamın beni uğurlayışları. Diğer kardeşlerim görüp de kıskanmasınlar diye evin bir köşesinde elime tutuşturuluverilen nice tasarrufla biriktirildiğini çok iyi bildiğim okul harçlıkları… Otobüs Toroslarda bir yılan gibi kıvrılırken otobüsün camlarından süzülen yağmur damlaları gibi yanaklarımdan süzülen gözyaşlarım… Örneğin bu plağın çizgilerinde bunlar gizli. Zaman geçtikçe insanın acısı da zayıflıyor biliyor musun? İnsan daha sakin kafayla düşünmeye başlıyor. Plakları dinleyip düşünmeye başladım. Babam bizden bir önceki Türkiye’nin bir temsilcisiydi. Ayağına 13 yaşında ayakkabı giyebilmiş, tüm yokluklar ve olanaksızlara rağmen okumaya çalışmış sonraki tüm hayatını da çocuklarını okutmaya adamış Türkiye’nin köyden kente geçiş yapan kuşağının klasik bir temsilcisiydi. Elindeki kısıtlı olanaklara rağmen dört çocuğunu da üniversitelerde okutup iş güç sahibi yapabildiği için genç sayılabilecek bir yaşta ölürken bile içi rahattı. O bu dünyadan istediğini almıştı. Yaşlanıyoruz be Çağrı. Sanırım bu ölümlere alışacağız yavaş yavaş. Bir bayrak yarışı gibi kuşaklar kuşaklara bu bayrağı bırakıp gidiyor. Kanserin son evrelerinde babam elimde eriyip giderken onu çaresizce izlemekten başka bir şey yapamıyordum. Bu da ben de garip bir suçluluk duygusu oluşturuyordu. Kendimi borçlu hissediyordum babama karşı. Ama sonradan şöyle düşündüm. Her kuşak bir önceki kuşakların çektiği acıların üstünde yükseliyor. Yaşam sonlu. Ölüme çare yok. Ama galiba en önemlisi bizden önceki kuşakların çektiği sıkıntıları unutmamak. Biliyorsun elim biraz kalem tutar. Oturup babamın anlattıklarını, bu plakların çizgileri arasında saklanmış anıları kağıda dökmeye çalıştım. Kızım Rüya çok az tanıyabildi dedesini. Belki ilerde bunları okur, kendi kökleri konusunda bir şeyler öğrenir, düşünür. Yazdıkça, bir şeyler kağıda döküldükçe içim rahatladı. Aylar oldu o lanet baş ağrısı bir daha uğramadı bana. ’
‘ Ne geldi aklıma biliyor musun dostum’ dedi Çağrı. Gözleri dolmuştu. ‘Aylar oldu babamı görmedim. Oysa ikimiz de İstanbul’da oturuyoruz. Yaşam böyle garip bir şey dediğin gibi. İş, güç, koşturmaca derken kaptırıp gidiyor insan kendini. Yarın gidip babamı göreceğim.’
Kadehinden bir yudum aldı. Sonra elinin kenarıyla yanaklarından süzülen gözyaşlarını sildi. ‘Ağlattın beni be Ahmet. Hadi Hasan Şahin’in şerefine içelim.’
Yeniden kadehlerini tokuşturdular. Dolunay iyice yükselmişti. Yoldan geçen arabaların gürültüsü iyice azalmıştı. Balkondaki plaktan çıkan cızırtılı bir Behiye Aksoy şarkısı geceye karışıyordu:
elveda bütün hatıralar
elveda bütün gençliğim
gelmesin baharlar
gelmesin yazlar
elveda elveda
hayat sizlere
SON
………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………
………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………
Bir Erkek Yazardan Kadın öyküsü denemesi:
BU KEZ ANNEM VE BEN BİRLİKTE AĞLADIK.
Bir erkek olarak kadın öyküsü yazmak çok zordur aslında. Ne yapsanız onu bir erkeğin yazdığı belli olur biraz. Bilmiyorum birazdan okuyacağınız öyküde de böyle olacakmı? Bu İstanbul’da yazdığım bir öykü. Aslında tamamen süprizlerle ortaya çıktı. Sanırım 2002-2003 yılları falandı. Bizim eski tiyatro kolu tayfası arasında yeniden iletişimi sağlamak amaçlı ‘takvim’ adlı bir yahoo yazışma grubu kurmuştum. Orada birgün kendi aramızda birbirinden tamamen ilgisiz 80-100 tane sözcüğün mutlaka içinde olacağı bir öykü yazma gibi bir geyik yaptık. Bir anda bu garip öykü çıktı karşıma. Bu haliyle beni yazdıklarım arasında en şaşırtanlardan birisidir. Sert bir öykü. Günümüzde gittikçe azalsa da işkence ülkemizde özellikle darbe zamanlarında yaşanan bir gerçeklik olmuştur. Pek dile getirilmese de aslında binlerce kişinin hafızasının en gizli yerine attığı anılarda da durmaktadır. O garip deneme hiç işkence ve cezaevi görmemiş benden böyle bir öykü çıkardı. Muhtemelen daha önceden pek çok işkence mağdurunun hikayesine bir şekilde kulak misafiri olmaktan gelen birşeydi bu. Neyse öykü aşağıda:
Bu kez annem ve ben birlikte ağladık
‘Bismillahirrahmanirrahim’ demiştim. ’Allahım sen beni koru.’
O zamanlar daha tanrıya inanıyordum. Bu gün olmuş gibi anımsıyorum her şeyi. Evet, anımsıyorum. Örneğin o günlerde daha hala Çekoslovakya diye bir ülke vardı. Abim Ahmet yasak yayınlar okur, komünist ülkelerdeki insanların daha mutlu yaşadığını söylerdi. Sonradan bana da bulaştıracaktı bu komünistlik illetini. Babamın komik bir robdoşambrı vardı. Evin içinde onunla dolaşırdı. Pilli radyolardan maçların dinlendiği, Trabzonspor’un 1.ligde fırtınalar estirdiği günlerdi. Türk’ler avokado diye bir meyvayı hiç bilmezdi bile. Akşamları ailecek giyinilip kuşanılıp, sahildeki Belediye Parkı’na gidilirdi. Çekirdek çitlenirdi. Çocuklar sahildeki saat kulesinin etrafında kovalamaca oynardı. Askerler kulenin yanındaki deniz kızı heykeline sarılıp fotoğraf çektirirlerdi. Tüm şehirde toplasan birkaç tane apartman vardı. Caddelerde bu kadar araba yoktu .O zaman faytonlar ve troleybüsler vardı. Her yer yemyeşildi. Sokaklar yasemin çiçeği kokardı.
‘Bismillahirrahmanirrahim’ demiştim. ’Allahım sen beni koru’. Bir Cuma sabahıydı. Hiç unutmam. Annem ve babam yine her zamanki gibi erkenden uyanmışlardı. Annem kahvaltıyı hazırlarken babam tıraş oluyordu. Her zamanki gibi uyanır uyanmaz kendimi tuvalete atmıştım. Ve işte o sabah ilk kez regl olmuştum. Külotumdaki kanı görünce korkudan ödüm patlamıştı. Öleceğimden korkmuştum.
Olan biteni anneme anlattığımda, önce korkuyla karışık bir şaşkınlık, sonradan işin gerçek yüzünü anlayınca da sevinçle karışık bir hüzün çökmüştü annemin yüzüne. Gözlerinden yaşlar süzülmüştü. ’Ah,benim minik maymunum artık sen de genç bir kız oldun’ demişti. O zamanlar bir kadın olmanın hüznünü anlayamayacak kadar küçüktüm daha. Ama çok da uzun sürmedi kadınlığa alışmam. Bir süre sonra sütyen takmaya ve ondan sonraki tüm yıllarda da bu sütyenin içindeki memelerin halini kafaya takmaya başladım. Önce hiç büyümeyecekler diye korkardım. Sonra çok büyüyecekler diye korkmaya başladım. Şimdi de sarkacaklar diye korkuyorum.
Evet, kadınlığa ilk adımımı atışım böyle olmuştu. Ne yazık ki sanki ben kadınlığa adım atar atmaz babamda da ilginç bir kıskançlık başlamıştı. Çok sevdiğim camgöbeği renkli bir tişörtüm vardı. Regl olmadan önce özgürce giyebiliyordum. Ama şimdi babam ‘ne o öyle Dolapdere ’deki pavyon kadınlarına dönüyorsun ’diye laf etmeye başlamıştı. Regl olmamla birlikte sokaklardaki özgürlüğümü de yitirmeye başlamıştım. Artık öyle kafama göre istediğim saatte sokağa çıkmak yoktu. Erkek çocuklarla kovalamaca oynamak yoktu. İp atlamayacaktım; çünkü bacaklarım açılırdı. Bütün bunlar babama karşı içimde öyle bir öfke yaratmıştı ki; ergenlikle her insana gelip geçen asilik, sanki bana bir kez gelmiş ve bir daha da hiç gitmemişti. İnat olsun diye camgöbeği tişörtümü de giyiyordum, bacaklarımı aça aça ip de atlıyordum. Hatta babam bir kez ‘kadın milletinden fotoğrafçı mı olur’ dedi diye evdeki Zenith marka külüstür fotoğraf makinasını kapıp fotoğraf çekmeye başlamıştım. Çok geçmeden biriktirdiğim tüm paramla kendime bir agrandisör bile almıştım. Sırf babam çatlasın diye. Ama babamın tepkisi umduğumdan çok daha sert olmuştu. ’Seni angut kafalı’ demişti. Bu angut lafını ilk kez o zaman duymuştum. Komiğime de gitmişti. Ben sırıtınca babam da iyice zıvanadan çıkmıştı. Ogün öyle bir dayak yemiştim ki anlatamam. Sabaha kadar hiç susmadan ağlamıştım. Zavallı annemin o günkü acılı bakışlarını hiç unutamam bir de. Sözleri hala kulağımdadır. ’Ah bir tanem yapma böyle. Bir kız çocuğuna bu kadar asilik yaramaz. Bak çok acı çekeceksin sonra.’
Neredeyse bütün ortaokul ve lise günlerim böyle inatlaşmalarla geçmişti. Büyüdükçe taşranın o bir zamanlar çok sevdiğim sokakları da artık bana dar gelmeye başlamıştı. Neyse ki üniversite sınavı imdadıma yetişmişti. Sırf taşranın bu beni bunaltan havasından kurtulup, İstanbul’da Boğaziçi üniversitesinde felsefe okuyan abimin yanına kendimi atabilmek için, benim gibi birinden hiç de beklenmeyecek bir çaba göstermiştim. Öyle çok çalışmıştım ki anlatamam. Gündüzler yetmiyor, geceleri de sabaha kadar test kitaplarını bir bir yutuyordum.
Sonra hayatımın o en güzel günleri başlamıştı. Evet, İstanbul’daydım. Boğaziçi Üniversitesi Kamu Yönetimi bölümünü kazanmıştım. Artık solculuk günlerim başlamıştı. Öğrenci kulüpleri, felsefe geceleri, gizli örgüt toplantıları ve asiliğin kenti İstanbul…
Babamdan bana yadigar kalan asi ruhum ilk kez özgürce yeşerebileceği bir toprak bulmuştu kendisine. Hiç anlamadan, bir şekilde abimin de üyesi olduğu gizli örgütün içinde bulmuştum birden kendimi. Fabrikalarda, gecekondu evlerinin kuytu köşelerinde insanlarla toplantılar yapıyor, bildiriler dağıtıyorduk. Caddelerde korsan gösteriler düzenliyorduk. Aslına bakarsanız işin bu kısmından ben her zaman biraz sıkılmışımdır. Oysa, üniversitenin tiyatro kulübünde bir atölye çalışmasına katılmaktan, felsefe gecelerinde varoluşçuluktan, Kant’dan, Marx’tan konuşmaktan her zaman çok daha fazla zevk almışımdır. Hele felsefe gecelerinde yapılan tartışmalara bayılırdım. İçimdeki asilik bazen etrafımdakileri bile şaşırtırdı. Hiç unutmam bir gece çokeşlilik üzerine öyle laflar etmiştim ki, diğer erkek arkadaşlarının arasında abim utançtan kıpkırmızı olmuştu.
Böyle masal gibi günlerdi. Bir de O vardı. Fikret…
Önce babamın hastalığı yarıda kesti bu masal günlerini. Basit bir karın ağrısı gibi başlayan şey, bir ayın içinde babamı yedi bitirdi. ’Mide kanseri’ dedi doktorlar. Ameliyat, kemoterapi hiç bir fayda etmedi. Şimdi düşünüyorum da, olacakları sezdi de zavallı, ben bunlara dayanamam dedi ve çekti gitti bence.
Ölümünü unutamam. Kaşık kadar kalmış yüzünde gözleri sanki büyümüş gibiydi. El etti, kulağımı ağzına yanaştırdım. ’Özür dilerim’ dedi. Bir de o gece sabaha kadar ağlatmıştı babam beni.
Sonra sanki bir gong çaldı ve oyunun ikinci perdesi başladı. İlk perdenin adı masaldı. İkincisinin ise kabus…Darbe günleri başlamıştı. Gözlerimi bağlayıp, saçlarımdan sürükleyerek bilmediğim bir yere götürmüşlerdi beni. Karanlık küçük bir hücrede bulmuştum kendimi. İki tane adam gözlerimin önünde bir kadını önce öldüresiye dövdüler, sonra defalarca tecavüz ettiler. Yetmezmiş gibi cinsel organına olmadık şeyler soktular. ’Konuş’ diyorlardı. Kadın susuyordu. ’Ulan suratı küspe gibi oldu, amcığı avadanlık gibi doldu, ne şanzıman kaldı ne debriyaj yine de tek kelime etmiyor siktiğimin karısı’ diyordu bıyıklı olanı diğerine. Bense çok hazırlıksız yakalanmıştım. Dört aylık hamileydim. Adamlar bana doğru yönelince ‘durun’ dedim. ’Adı Fikret. Kocamustafapaşa’da Berber Şefik sokakta oturur. Durun. Sakın vurmayın. Ben hamileyim.’
Evet, anneliği aşkıma tercih etmiştim. O da bunu isterdi diye düşündüm. O anda benim yüzüme de annemin yüzündeki o kadınlığa özgü hüzün çökmüştü. İlk regl olduğum günde annemin gözlerinden süzülen yaşlar şimdi de benim gözlerimden süzülüyordu. Kadın olmanın hüznünü ilk kez o zaman hissetmiştim ben. Elimde olmadan dilimden dökülen bu sözcükler o gün bana babasının mezarı bile bilinmeyecek bir kız çocuk kazandırmıştı. Adını Devrim koymayı düşünüyorduk. Ama bunca şeyden sonra ne anlamı vardı ki. Adını Bedriye koydum. Annemin adı.
Sonrası, psikiyatri kliniğinde geçirilen günler, tüm eski dostlarının öfkeli ve kızgın bakışları, bayraksız bir direk gibi bir boşlukta öylece yaşanan bir yalnızlık… Neyse ki bütün acıların üstü bir gün örtülüyor. Bu zamanın insana en büyük hediyesi.
Şimdi ılık bir yaz var. Masayı balkona çıkardık. Tatlı bir meltem insanın yanaklarını okşuyor. Annem en sevdiğim yemeği pişirdi bugün. Tas kebabı. Masaya çiçekli bir örtü serdik. Porselen tabakları çıkardık. Dolapta bir de şampanya soğuttum. Çünkü bu gün kızım ilk kez regl oldu. Bu kez annem ve ben birlikte ağladık.
SON
…………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………
…………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………
NEDEN MUTLU AŞK YOKTUR YERYÜZÜNDE?
Serap’a uğur getiren bir öyküm. Arkadaşım Serap Yıldırım (şimdi Çiftçili )yazdığım bir öykü. Ona mecburi hizmete gitmeden vermiştim sanırım. Öykü ona uğur getirdi. Daha sonradan hayatının aşkı Serdar ile tanıştı. Masalımsı bir tarzı olan öykü diğerlerinden bu yönüyle biraz farklı.
NEDEN MUTLU AŞK YOKTUR YERYÜZÜNDE?
(Büyükler İçin Masal)
Ne garip şeydi bu?
Her gün gökyüzü masmavi oluyordu.
Balkonlara hep yüzü gülen kadınlar çıkıyordu. Renkli, rengârenk çamaşırlar asıyorlardı.
Sonra birden o aşk güneşi doğuyor, yükseliyor, masmavi gökyüzünden bu balkonlara sarı ışıklar saçıyordu. Dingin, aşk dolu müzik sesleri, mutlu kahkahalar yayılıyordu evlerden sokaklara.
Kim yalnız olarak sokağa çıksa da örneğin bir parka otursa o aşk güneşi hemen onun tepesine gelip ışıklarını saçmaya başlıyordu. Birden ışıl ışıl oluyordu ortalık. Tüm renkler canlanıyor, birden parkı birbirinden güzel öten kuşlar dolduruveriyordu. Derken eli sepetli bir kız geçiveriyordu bu parktan. Parkın ışıltısından gözleri kamaşıyor, birden aşk doluveriyordu yüreği. Kim yalnız olarak bir parka otursa mutlaka bir başkasıyla kol kola aşk içinde ayrılıyordu parktan.
Gökyüzündeki o sarı aşk güneşi sokağa çıkan herkesin yüreğini aşkla doldurmak için çıldırdıkça çıldırıyordu.
Ama o ne zaman sokağa çıksa o yağmurlu bulut musallat oluyordu onun tepesine. Hemen o çılgın aşk güneşinin önüne geçip yağmurlar yağdırmaya başlıyordu. Bir te o gölgede kalıyor, bir tek onu ıslatıyordu yağmur. Sokağa çıkıp da evine yalnız dönen bir tek o oluyordu. Geride kalan her yer, her şey o sarı aşk güneşiyle pırıl pırıl oluyordu.
Evine girdiğinde de rahat yoktu. O Bulut bu kez de evinin tepesine gelip olan yağmurunu boşaltmaya çalışıyordu. Yağmur damlaları evin camlarında uzun çizgiler çekip aşağı doğru akıyordu. Dışarıda o çılgın aşk güneşi bütün balkonları birer çiçek bahçesine dönüştürüyordu. O ise hep yağmurdan ıslanmış, camlarının ardından izliyordu bu güzelim manzarayı. Yağmurdan dolayı hep yalnız, hep hüzünlü…
Bir gün dayanamamış, bu Aşk Cennetinin şikâyet kutusuna bir şikâyet mektubu atmıştı. Öyle ya, bu acımasız kaderi hak edecek ne suç işlemişti ki? Bu, belki de Aşk Cennetindeki şikayet kutusuna atılan ilk mektuptu.
Yine bir gün ıslak penceresinin ardında dışarıdaki o muhteşem manzarayı seyredip iç geçiriyordu ki birden önündeki camın tıklatıldığını duydu. Kanarya ve melek arası sarı bir kuştu bu. Hemen açtı tabi pencereyi.
“Huh tanrım” dedi o sarı kuş. Silkindi. Tüylerindeki yağmur damlaları yerlere sıçradı. “Aşk Cennetinde böylesine bir sığınak… Olacak şey değil doğrusu. Demek Aşk Cennetinin tek mutsuz kişisi sizsiniz. Gerçekten de mutsuz olmakta haksız değilsiniz. Bu müthiş yağmur inanılır gibi değil.”
Bir yandan böyle kendi kendine konuşuyor, bir yandan da kurulanmaya çalışıyordu. Neden sonra bu Aşk Cennetinin tek mutsuz kişisinin yüzüne baktı. Bu onun gördüğü ilk yalnız ve hüzünlü yüzdü. “Tanrım, kuzum ne olmuş size böyle?” Sonra birden zaten mutsuz bir insanın kalbini iyice kalbini kıracak şeyler söylediğini fark etti. Hemen durumu toparlamaya başladı. “İnanın böyle bir şey ilk kez oluyor Aşk Cennetinde. Ama siz hiç merak etmeyin. Aşk Cennetinde mutlaka herkesin âşık olabileceği birileri bulunur. Sanırım kısa bir yolculuk yapmamız gerekecek bunun için. Şimdi bana biraz izin verin de bu yolculuğumuz için bizim şu şarkıyla çalışan otobüsümüzü alıp geleyim.”
Böyle deyip yağmurun durmadan ıslattığı o camdan tekrar gerisingeriye uçtu gitti.
Ertesi sabah bizimkisi yeniden tıklatılan camın gürültüsüyle uyandı. Hemen koşarak camı açtı. Yine yağmur yağıyordu. O kanarya ve melek arası kuş tekrar gelmişti. “Uykun da amma ağırmış. Sırılsıklam oldum. Tanrım bu yağmur gerçekten inanılır gibi değil.” Yine böyle söylenip, kurulanıyordu. “Ama merak etme dostum, kurtaracağım seni bu lanet kaderden. Şarkıyla çalışan otobüs aşağıda bizi bekliyor. Gerekirse seninle bütün Aşk Cennetini gezeceğiz. Göreceksin mutlaka sana uygun birisini bulacağız.”
Beraber şarkıyla çalışan otobüse bindiler. “Bak” dedi o sarı kuş, “ben otobüsü kullancağım, sen de durmadan şarkı söyleyeceksin. Bu otobüs şarkıyla çalışır. İçinden ne kadar şarkı geçiyorsa hepsini söyleyeceksin. Eğer susarsan otobüs de gitmez olur.” “Tamam” dedi bizimkisi de.
Ama onlar otobüse biner binmez o lanet bulut da olanca yağmurunu dökmeye başlamıştı otobüsün tepesine. Bu kez de otobüsün camlarında çizgiler çizmeye başlamıştı yağmur damlaları.
“Hadi durmasana. Bir şarkı söyle de gidelim” dedi sarı kuş. Bizimkisi de bir şarkıya başladı. O güne kadar Aşk Cennetinde hiç duyulmamış hüzün ve yalnızlık dolu bir şarkıydı bu. Otobüs birden hareket etti. Bizimki durmadan şarkı söylüyor, otobüs de gittikçe gidiyordu.
Sarı kuş önce onu tavus kuşuna benzeyen inanılmaz renklilikteki kızların odluğu bir kente götürdü. Ama durmadan yağmur yağdıran bulutu gördükçe, bu hüzünlü şarkıları duydukça müthiş bir korkuya kapılıp, kaçıp, saklanıyorlardı bu tavus kuşan benzer kızlar.
Sonra her kızın bir papatya gibi saf ve bembeyaz olduğu kente gittiler. Ama sonuç yine aynıydı. O amansız yağmur dinmek bilmiyordu. Bu hiç duyulmamış hüzünlü şarkıları duyan kızların hepsi yine sırt çeviriyorlardı otobüse.
“Olacak şey değil bu” diyordu sarı kuş. “Ama meraklanma dostum birazdan Bir Ana gibi Şefkatli Kızlar Kenti’ne gideceğiz. Göreceksin mutlaka aşkı tadacaksın orada. Mutlaka sana sahip çıkacaktır bir tanesi.”
Ama Ana Gibi Şefkatli Kızlar Kenti’nde sonuç ötekilerden farklı olmamıştı. Bu durmadan yağmur yağdıran bulut, bu hüzünlü yalnız şarkılar tüm kızları ürkütüyordu.
Böyle nice kent gezmişlerdi o şarkıyla çalışan otobüsün içinde: Ama sonuç hep aynıydı. Olmuyordu.
Artık sarı kuş da ümitsizliğe düşmeye başlamıştı. “Tanrım” diyordu. “İnanılır gibi değil bu.” Artık gidecek kent de kalamamıştı. Ama bizimkisi uğradıkları her kentte bir kat daha artan yalnızlığıyla daha da güçlü, daha da bilinmedik şarkılar söylüyordu.
En sonunda boş bir ovaya düştü otobüs. Amaçsızca yol alıyordu. Geniş, bomboş yemyeşil ovanın ortasından akıp geçiyordu. Derken, ufukta küçük bir ağaç görünmüştü. Otobüs ağaca yaklaştı. Otobüs ağaca yaklaşınca direksiyondaki sarı kuş o inanılmaz manzarayı gördü. “Tanrım, bu gerçekten imkânsız.” Bu ağacın tepesinde de aynı otobüsün üstündeki gibi bir bulut vardı. O çılgın aşk güneşiyle parıldayan bu ovanın üstünde bir tek o ağacın üstüne yağmur yağıyordu. Hemen otobüsü bu ağaca doğru sürdü. Bizimkisi ise otobüsün arkasında kendinden geçmiş biçimde yalnızlık şarkıları söylüyordu. Otobüs ağaca yaklaşıp da şarkılar ağaca ulaşmaya başlayınca birden ağacın dibinden birisi fırlayıp otobüse doğru koşmaya başlamıştı. Sanki yıllarca denizin ortasındaki bir adada sürgün kalmış bir insanın heyecanı ve paniğiyle koşuyordu.
İyice yaklaşınca sarı kuş bu koşanın çelimsiz bir kız olduğunu fark etti. Çelimsiz kız kendini otobüsün önüne attı. İşte ikinci kez bu kadar kötü bir yüzü daha görüyordu sarı kuş. Sanki bu çelimsiz kız ömrü boyunca yediği yağmur kadar da ağlamıştı. Öylesine kötü halde görünüyordu.
Bizimkisi ise otobüsün önündeki bu kızla göz göze gelir gelmez, o çelimsiz kızın yeşil gözlerinden iki şimşek akmış, gelip onun yüreğine saplanmıştı. Birden konuşamaz olmuştu. Büyülenmiş gibiydi. O susunca otobüs de durmuştu.
Kızın tepesi bulut, bizimkinin epesi bulut sonsuz mutluluk veren o sarı aşk güneşi, o dingin masmavi gökyüzü görünmez olmuştu. Tam bir sağanak vardı. O güne kadar Aşk Cenneti’nde hiç böyle yalnızlığın perişan ettiği iki kişi göz göze gelmemiş, bu iki kişinin iki gözünden iki ayrı kalbe doğru şimşekler çakmamıştı. Böylesine bir sağanak yağmur altında böyle bir büyü yaşanmamıştı.
Elinde olmadan birden otobüsün kapısını açıp aşağıya indi bizimkisi. Ayakları o çelimsiz kıza doğru gidiyordu. O çelimsiz kızınkiler de bizimkisine doğru.
Müthiş bir sağanak vardı. Yerler balçık olmuştu. İçlerindeki o dayanılmaz büyünün etkisi altında birbirlerine yaklaştılar. Ömür boyunca yalnız yaşamış iki insanın ürkekliğiyle birbirlerine dokundular. Sonra kalplerine sızan o büyünün etkisiyle ürkekçe birbirlerine sarıldılar.
Evet, o zamana kadar hiçbir aşk olmamıştı ki bu Aşk Cenneti’nde böyle, o sonsuz mutluluk veren sarı aşk güneşinden mahrum, böyle sağanak altında, böyle balçık içinde ve o dayanılmaz büyünün etkisiyle sıkı sıkıya sarılırken bile bir yalnızlık ürpertisinin içine sızdığı…
“hayır. Yapmayın. Yapmayın lütfen” diye çırpınıp duruyordu a sarı kuş otobüsün içinde. “Bu yasak. Aşk Cenneti’nde bu yasak. Aşk Güneşi olmadan kimse kimseye aşık olamaz.”
Ama diğerleri aşkın büyüsü altındaydılar. İşte, onları da böyle yakalamıştı aşk. Sarı kuşu duyacak halleri bile yoktu.
Birbirlerine sarılmış halde otobüse bindiler. Bu kez de ikisi birlikte o Aşk cenneti’nin hiç bilmediği yalnızlık ve hüzün dolu şarkıları söylediler.
Yalnızlık ve hüzün dolu ama müthiş bir heyecanla söylenen şarkılardı bunlar. O güne kadar şarkıyla çalışan otobüs hiç bu kadar coşkulu bir yolculuk yapmamıştı.
Sarı kuş onları bizimkinin evine bıraktı. “Çok aynlış iş yaptınız” dedi. “Korkarım ki mutsuz olacaksınız.”Onlarınsa bunu duyacak halleri bile yoktu. O gece çılgınca seviştiler. Sabah karşı renkli çamaşırlar astı çelimsiz kız balkona. Yağmur onları da sırılsıklam etti.
Ve ertesi gün ikisi de Aşk Cenneti’nden kovuldular.
Sonradan onarlın torunları “Âdem” dediler dedelerine. Ninelerine ise “Havva”…
SON
Malkara, Aralık’ 92
Rıdvan Şahin
…………………………………………………………………………………………………….
İYİ KALPLİ DOKTOR
ŞEHO VE
KÜÇÜK ASKERİN
İNANILMAZ HİKAYESİ
¶ ¶…………………………………………….
¶ ¶…………………………………………….
(Ben küçük bir çocuğum dağ başında
Küçüğüm, çok küçüğüm daha)
Güneş olmazsa asık suratlı bir adam gibi olurdu dağlar. Güneş bırakıp gidince kar basardı bu dağları. Ötelerde kurtlar ulurdu.. En kötüsü her kış kulağına o böceklerden girerdi Şeho’nun. Vucur vucur öterlerdi kafasının içinde . Ateşlenirdi, acıdan gözleri yaşlarla dolardı Şeho’nun.
Ama güneş çıkınca ışıl ışıl parıldardı dağlar. Ağaçlar yeniden yeşerirdi. Anası dışarı ateş yakıp, katmer pişirirdi ona. Şeho, köpeğini peşine takıp, tepeden aşağı seyirtirdi. Küçük bir testiyle su getirirdi anasına aşağıdaki pınardan. Ama en güzeli kulağındaki böcekler kaçar giderlerdi güneşi görünce. Böylece yüzü tekrar gülmeye başlardı Şeho’nun.
Gelgelelim bu kez öyle olmamıştı. Güneş açmıştı. Dağlar yine eskisi gibi parıldamış, ağaçlar yemyeşil olmuştu. Ama, Şeho’nun kulağındaki böcekler uçup gitmemişlerdi. Gün boyunca kafasının içinde vucurdaşıp durmuşlardı. İyiden huysuzlaşmıştı Şeho. Sızıdan kulaklarını tuta tuta gezmiş, gezeken de o her kış söylediği şarkısını söylemişti:
¶ ¶…………………………………………….
¶ ¶…………………………………………….
(Ben küçük bir çocuğum dağ başında
Küçüğüm, çok küçüğüm daha)
Bir de İyi Kalpli Doktor vardı.O gerçekten iyi kalpli birisiydi. Onun bıyıkları da vardı. İyiydi ve içliydi. İçlenince bir çocuk gibi gözleri dolar, ağlardı. Ağlayınca da bıyıkları dökülüverirdi yelere. İyiden bir çocuğa benzerdi böylece.
Küçük Asker’e gelince… O da gerçekten küçük bir askerdi. Uzak bir kentte bir de Küçük Ayşe’si vardı onun.. Küçük Asker askerden dönünce evleneceklerdi. Dolmuş şöförüydü Küçük Asker. Dolmuşun sahibi ’hiç meraklanma , sen git vatani görevini yapgel, iş yine senin’ demişti ona.
Evet, onlar böyleydiler Onların inanılmaz hikayesi ise şöyle başlamıştı:
Bir gün İyi Kalpli Doktor’un çalıştığı yerin önünde siyah renkli bir taksi durmuştu. Taksiden ceketli ve kravatlı adamlar çıkmıştı. Kanları mürekkep gibi masmavi akardı bu adamların. Bir şeytan gibi durmadan kapkara bir taksinin içinde gezerlerdi. İyi Kalpli Doktor’un yüreği ‘pıt pıt’ atmaya başlamıştı bu adamları görünce. Hiç uğurlu bir haberle gelmezdi çünkü bu adamlar. Öyle de oldu. Mürekkep Kanlı Adamlar İyi Kalpli Doktor’un masasının üzerinde bir damga izi bırakıp, onu arabalarına bindirip götürdüler.
Yeşil yeşil çadırlar… Öyle çok çadır vardı ki. Yeşil çuhalar içindeki askerler bir karınca sürüsü gibi oradan oraya koşuşturup duruyorlardı. Ürkek ve şaşkın gözlerle arabanın içinden bu kalabalığa bakıyordu İyi Kalpli Doktor. ‘Artık burada çalışacaksın’dedi kara taksinin içindeki adamlardan damga suratlı olanı. O konuşunca çizelge ve tozlu malzeme deposu koktu arabanın içi. İyi Kalpli’nin midesi bulandı bu kokudan. Kendini arabadan aşağı zor attı.
İyi Kalpli Doktor o gece yeşil bir asker çadırının içinde yattı. Ama hiç uyuyamadı. Bütün gece cırcır böcekleri cırlayıp durudular dışarıda. Bir ara tam gözü tutmuştu ki gür bir sesle uyandırıldı. ‘Kalk doktor kalk. Görev başlıyor’. İri yarı, kara sakallı, sesi bile insanı ürküten bir adamdı bu. Arkasından vuran ay ışığının da etkisiyle iyice heybetleniyordu onun bu korkunç görüntüsü. Her yerinde sıra sıra dizilmiş kurşunlar vardı. Sanki şişmiş gibi gözüken iri, toparlak yüzünün içinde iki küçük bilya gibi bir o yana bir bu yana oynayan gözleri sinsi bir ifade veriyordu ona. İşte bu da Yılan Bakışlı’ydı.
Gün doğmamıştı daha. Alaca bir karanlık vardı dışarıda. Ufuktaki dağlar iyiden bir hayalet gibi gözüküyordu bu alaca karanlıkta. Asker jipleri ve revolar bir trenin vagonları gibi ardı ardına dizilmişilerdi. Gizlice yapılan bir işin ürkütücü sessizliği vardı her yerde. Herkes birbiriyle fısıldaşarak konuşuyor ve sağda solda askerler oradan oraya koşuşturup duruyorlardı.
Birazdan Yılan Bakışlı Kır Saçlı Komutan’la çıkageldi. ‘Bu seferki doktorumuz bu komutanım’. Komutan bir subayın o sert bakışlarıyla korkudan bir kenarda donakalmış İyi Kalpli’yi şöyle bir süzdü. Önce hiç bir şey söylemedi. Sadece Yılan Bakışlı’ya dönüp ‘ona ambulansı göster’dedi. Bir komutana yakışan tok ve sert bir sesi vardı. Sonra İyi Kalpli Doktor’a dönüp, ‘tatile gitmiyoruz doktor, dağa gidiyoruz dağa’ dedi. ‘Bu üstündekilerle donarsın oralarda. Kalın bir şeyler al yanına’. Komutanlıkla babalık arasında gidip gelen bu ses?… Sadece bu kalmıştı İyi Kalpli’nin aklında.
İyi Kalpli Doktor konvoyun en sonundaki yeşil boyalı ambulansa bindiğinde hala bir uyurgezer gibiydi. Gözleri kör bir adamın gözleri gibi anlamsızca boşluğa bakıyordu. Ambulansın şöförü olan Küçük Asker bir kaçkez ona ‘hoşgeldin’ demiş ama İyi Kalpli Doktor onu duymamıştı bile. Derken bütün araçlar birden çalıştırılıverince İyi Kalpli içine düştüğü gündüz uykusundan irkilerek uyanıvermişti. Göz göze gelince Küçük Asker tekrar ‘ hoşgeldin abi’ dedi ona.. İyi Kapli de yarı şaşkın bir sesle ‘ hoşbulduk’ dedi. Sonra bir cenaze töreninin konvoyu gibi ağı ağır hareket etmeye başladı araçlar. Küçük Asker İyi kalpli Doktor’a ‘ sanki savaşta gibiyiz değil mi abi?’ diye sordu. İyi Kalpli’nin gözleri doldu. Yine bıyıkları dökülüverdi yerlere. ‘Pır-pır’ çırpınan yüreğinin titreştirdiği bir sesle ‘ bilmem ki’ deyiverdi. Kendi sesinden kendisi de ürktü.
……………….
………………..
Ardarda dizilmiş jipler ve revolar sinsi, yeşil bir yılan gibi ince, toprak yollarda olabildiğince sessiz kıvrılıp, akıp gidiyorlardı. Yeşil arabaların içinde, silahların ve asker giysilerinin gerisinde, herkeste, herkesin bunların gerisinde kalan her yerinde korku sıkıca gizlenen bir şey oluyor; gizlendikçe daha da büyüyordu. Yollar iyice kıvrılıp, daralıyor, kıvrılıp daraldıkça da o hayalet dağlar yakınlaşıyordu.
……………….
……………….
İyi Kalpli Doktor gibi Şeho da o gece hiç uyuyamamıştı. Kulağının içindeki böcekler, bütün bir gece kafasının içinde ne varsa kemirip bitirmişlerdi sanki. Küçük alnı boncuk boncuk terlerle dolmuş, siyah iri gözlerinin önüne bir yaş perdesi inmişti.
Sabah, gün doğar doğmaz anası uyanmış, dışarı çıkıp, evin önündeki küçük ocakta ateş yakmıştı. Şeho da hemen yatağından fırlamış, anasının yanına çıkmıştı. Önce bir süre anasını seyretmiş, ancak acısı iyice dayanılmaz olunca, sızlana sızlana dolaşmaya başlamıştı evin etrafında.
İşte, o tam böyle acılar içinde evin etrafında dolaşıp duruyordu ki, birden ötedeki virajdan kıvrılıp gelen asker konvoyunu gördü. Görünce de küçük yüreği ‘pıt-pıt’ atıverdi. Kulağını tuta tuta anasının yanına koştu hemen. ‘…………………. (askerler)’ dedi anasına. ‘………………….(geliyorlar)’ .Şeho’nun anasının o koca kayalık dağlara benzeyen yüreği de ürperiverdi bunu duyunca.
Evet, yüreklerin çok sık ürperdiği günler yaşanıyordu artık bu dağlarda. Hem de öyle ki, bu dağların arasında, ateşin tam ortasında, bir tek ev kalmıştı Şeho’ların evi. Zaten topu topu 8-10 ev vardı oralarda. Diğer evler bu yürek ürpertisine dayanamayıp, uzaktaki apartmanlı büyük kentlere kaçmışlardı.
‘Buradan öteye yol gitmez komutanım’ dediler yanıdakiler Kır Saçlı Komutan’a. O da ‘ o zaman burada kamp kuralım’ dedi. Araçlar Şeho’ların evinin arkasındaki geniş alanda durdular. Ortalık toza dumana kesti araçlar durunca. Araçlardan inen askerler, bu dağlarda geçirecekleri belirsiz günlerin haberini şimdiden veren bu toz bulutunun içinde kayboldular; belli belirsiz oldular.
Derken tozlar yatıştı. Arabaların hırıltıları duruldu. Bahar güneşiyle pırıl pırıl parıldayan dağlar yeniden görünür oldular. Askerler yürekleri ürpererek sıraya dizildiler. Yılan Bakışlı ve arkadaşları onları gruplara ayırdılar. Sonra herkes hep birlikte Kır Saçlı Komutan’a baktılar. Bir subay için emir almanın ve emir vermenin apayrı anlamı vardır. Çok değil daha 1 ay öncesinde bu birlikle birlikte İstanbul’daydı Kır Saçlı Komutan. Sonra aniden gelen o görev emri; evden son kez çıkarken boynuna sarılıp hüngür hüngür ağlayıveren kızının saman renkli saçlarının kokusu, bir asker eşi olarak bu tür emirlere alışkın eşinin yine de dayanamayıp gözlerinden kaçırıverdiği, yanaklarından süzülen iki damla yaş, haytalıkları yüzünden sıkça takıştıkları oğlunun ‘ bu gözü yaşlılar bana emanet, sen merak etme baba’ sözleri…Bunları yüreğinin en derinlerine itip bir komutana yakışan o tok sesiyle ‘şöförler ve doktor burada kalsın. Burası nasılsa kontrolümüz altında. Biz yaya devam edelim yolumuza’ dedi.
Kır Saçlı Komutan ve diğer askerler, gruplara ayrılıp, postal hışıttıları çıkartarak gittiler. Şöförler, İyi Kalpli Doktor ve Yılan Bakışlı kalmıştı sadece geride. Kır Saçlı Komutan kamp sorumlusu olarak bırakmıştı Yılan Bakışlı’yı.
Güneş… Dağların güneşiydi bu. Onun ne demek olduğunu Şeho iyi bilirdi. Güneş, kulaktan uçup giden ve bir kelebek olan böcekler demekti. Şimdi tam da bu bilinmez dağların ardından yabancı bir portakal gibi doğmuştu. Ortalık ışıl ışıl olmuştu. Şöförler, Küçük Asker, İyi Kalpli Doktor ve Yılan Bakışlı bu ışıltının altında öylece ve yabancı kalakalmışlardı.
Şeho ve anası hemen içeri; evlerine kaçmışlardı.
Dışardakiler ambulansın battaniyesini yere serip üstüne oturdular. Şöförlerden birini nöbetçi yaptı Yılan Bakışlı. Uykusuzdular. ‘Sakın kimse uyumasın ha’ dedi Yılan Bakışlı. ‘ Buralarda uyuyakalırsanız, bu son uykunuz olur vallahi. Rahatlamaya gelmez buraları. Yerin dibinden mantar gibi çıkıveriyor bu adamlar’. Ama, güneş inadına öyle güzel bir bahar sabahı hazırlıyordu ki bu dağların başında; rahatlamamak, düşlere dalmamak elde değildi.
Kendi kuralını en önce kendi bozdu Yılan Bakışlı. Oturduktan sonra postallarını çıkardı. Güneşte ısınan ayaklarını elleriyle ovcalayarak ‘ şöyle mis gibi bir çay olmalıydı şimdi’ dedi. ‘ Bir de şöyle sıcacık dumanı tüten bir ekmek….’’ Bir de şöyle güzel bir beyaz peynir olmalıydı be komutanım’ diye ağzından kaçırıverdi Küçük Asker. Beyaz peyniri çok severdi. Sonra birden komutanına karşı çok abes bir laf ettiğini farkedip; korkudan ve utançtan kıpkırmızı kesildi.
Oysa Yılan Bakışlı onu duymamıştı bile. Dalıp gitmişti o. Kim bilir hangi uzaklardaydı? Ötelere bakıyor ve durmadan ayaklarını ovcalıyordu. Birden, ‘doktor be’ dedi ‘ durup dururken saçı dökülür mü insanın?’. ‘Bilmem ki’ dedi İyi Kalpli şaşkınlıkla. ‘ Hayrola ne oldu ki?’.’ Sorma be doktor’ dedi ve derin bir iç çekti Yılan Bakışlı. O böyle derin bir iç çekiverince, yüzü de değişiverdi. Yılan bakışları kaybolup gitti. ‘ Aslında iş değil be bu bizimkisi doktor. Bakma başında gençtik; bir baltaya sap olamamıştık; düşünmeden girdik bu işe. İş değilmiş aslında be doktor. Evin yok, barkın yok; en kötüsü ne zaman öleceğin bile belli değil. Geçen yıl bir kızla söz kesmiştik. Derken görev çıktı: Bingöl’de dağların tepesine helikopterle attılar bizi. Tam on gün durmadan gezdik doktor. Kar, tipi, kıyamet…Ha şuradan çıktılar, ha buradan çıktılar derken bir sabah bir de baktım ki kafamdaki saçlar dökülüvermiş. Eve dönünce, adamlar halime bakıp hemen nişanı bozdular. Ne dediler biliyor musun doktor? Senin ne zaman öleceğin bile belli değil dediler’.
İnce bir sızı gibi dökülüvermişti Yılan Bakışlı’nın hikayesi İyi Kalpli’nin pembe yüreğine. Yine gözleri dolmuştu. Yılan Bakışlı’ysa birden şaşkınlaşmıştı. Ne vardı ki bu doktorda böyle? Çocuk gibi bir adamdı. Nasıl olmuştu da; hem de diğer askerlerin arasında ona bu sırrını anlatmıştı? ‘Sıkma canını’ dedi İyi Kalpli. ‘bazen olur böyle şeyler. Yaşın daha genç, kim bilir daha kimler çıkar karşına. Boş ver unut gitsin şimdi bunları’.
Dağların sarı güneşi Küçük Asker’in gözlüklerinde yansıyordu. ‘Ne zaman öleceğin bile belli değil’. Bir ürperti olup oturdu yüreğine bu söz Küçük Asker’in. Küçük Ayşe geldi aklına. Yani komutan edilecek laf mıydı bu şimdi diye geçirdi içinden. Hem de şu güzel bahar güneşinde tam da yağlı beyaz peynir düşlenirken. Sadece Küçük Asker’in değil, diğer herkesin de boğazında bir yumruk olup kalmıştı bu söz: Ne zaman öleceğin bile belli değil. Dağların o parılltılı güneşi yeniden bir ürpertiye dönüşmüştü. Neyse ki İyi Kalpli Doktor herkesin imdadına yetişmişti: ‘Ben şu evden çay isteyeceğim’. ‘Çıldırdın mı sen doktor? Zehirlerler hepimizi.’ Yılan Bakışlı’ydı bu. Yere ‘pıt-pıt düşüveren kurşunları tekrar yapışıvermişti göğsüne.Gözleri yine iki sinsi bilya gibi oynar olmuştu gözlerinde.
Diğer şöförler ve Küçük Asker bir İyi Kalpli’ye , bir Yılan Bakışlı’ya bakıyor gözlerinin parıltısı bir yanıp bir sönüyordu.. Çocuktu bu doktor. Ama yine de ne vardı onda böyle? Şöförlerin bir yanan bir sönen gözleri, Küçük Askerin gözlükleri, doktorun o garip bıyıkları, göğsündeki kurşunlar ve şu yabancı ama bir o kadar güzel güneş…Karmakarışık olmuştu Yılan Bakışlı. Tekrar tekrar ‘neden zehirlesinler ki’ diye sorup duruyordu şu lanet doktor. Evet bir çay bazen de çok şeydi. ‘Peki, git iste bakalım doktor. Ölürsek sorumlusu sensin ama’. Çay ve ölüm koca bir yükü kaldırmıştı Yılan Bakışlı’nın sırtından. Göğsündeki kurşunlar tekrar ‘pıt-pıt düşüvermişti yerlere.
Şeho’nun anasının yüzüne benzeyen tahta kapıyı kibarca çaldı İyi Kalpli. İçerde durmadan onun anlamadığı dilde bir şeyler konuşuldu. Tekrar çaldı İyi Kalpli. Tekrar konuştu içerdekiler. Sonra Şeho’nun babasının bıyıkları kapıyı açtı. İyi Kalpli Doktor’un bıyıkları bazen durup dururken hüzünlenir ağlardı. Şeho’nun babasının bıyıkları ise iyice göğerir, içli bir ezgi söylerdi.
Bir bıyık bazen de çok şeydir.
‘Şey’ dedi İyi Kalpli. ‘Canımız biraz çay istemişti de…’
………….
…………..
Tahta sandalyelere çökmüşlerdi. Yerdeki toprak bir fayans gibi tertemizdi. Şeho’nun anası dışardaki ateşin üstüne çay koymuştu. Yılan Bakışlı bile dökülen kurşunlarıyla tahta sandalyelerden birisine oturmuştu. Neden sonra Şeho eşikten o acı dolu yüzünü uzatmıştı. ‘Hasta galiba bu çocuk’ demişti İyi Kalpli, sonra ambulansa gidip avucu sıkılı gelmişti. Avucunda sarı bir hap vardı. Avucunu açar açmaz bu hap dağların güneşi gibi parlamıştı. Şeho o güneş gibi hapı içince iki kulağından iki beyaz sel gibi kelebekler boşanıvermişti. Sonra laf lafı açmıştı. Tam çayların ilk yudumuydu ki Yılan Bakışlı ‘başka çocuk yok mu’ demişti. Şeho’nun babasının bıyıkları göğerivermişti. ‘Vardir komutan’ demişti titreyen bir sesle. ‘İki kız vardir everdik. Oğlanlardan birisi İzmir’de askerdedir diğeri de Adana’da işe gitmiştir.
Acılar kadar hiç bir şey iz bırakmaz belleğimizde.Doktor Yalçın’ın belleğinde hep yüzüne patlayan bir ayna gibi kalmıştır o an. Şeho’nun o her şeyi tuz buz eden sözleri:
‘Baba hani abim dağdadir ‘ demiştin.
Yılan Bakışlı’nın ‘askeeer’ diye çığlığı. Duvara dizilen Şeho,babası, anası…. Revoya ite kaka bindirilirken acılara alışmış Şeho’nun anasının aynı Kır Saçlı Komutan’ın karısı gibi gözlerinden kaçırdığı iki damla yaş. Diğer kenarda içtiği iki yudum çayı zehirlidir diye kusmaya çalışan Yılan Bakışlı. Sahiden unutulacak gibi şeyler değil bunlar. Evet, kısa zmanda anlaşılmıştı acı gerçek. 3-4 gün sonra salıvermişlerdi onları. Gerçekten de bir oğulları İzmir’ de askerdi. Diğeri ise Şeho’nun dediği gibi dağdaydı. Acaba hangimiz anlayabilir Şeho’nun anasının bu garip acısını? Belki de döner umuduyla bekliyordu oğlunu o dağların başındaki tek başına kalmış evde. Ama artık Şeho’lar bir daha evlerine geri dönemediler.
Şimdi Mersin’de hepimiz gibi bir adam doktor Yalçın. Ne iyi ne de kötü birisi. Ama 1991 Nisanında Engizek dağlarının başında sahiden İyi Kalpli olmak düşmüştü ona. Öyle acılı anlar vardır ki yaşamda insan masallardaki iyiliklere sarılmak ister bazen. Ama unutuluyor her şey. Belleğimizdeki izi ne kadar derin de olsa zamanla acının yükü azalıyor. Şimdi ne zaman kırmızı ışıkta arabasının camını silmek için arabasına bir Kürt çocuk yanaşsa o kelebeklerin ağladığı dağda bıraktığı bıyıkları gelir aklına doktor Yalçın’ın..Bir de Şeho’nun anasının bakışları. Kim bilir daha ne kadar sürecek bu acı? Masalların hiç şansı olmayacak mı silahların karşısında?
SON
rahat uyu ortağım seni çok özlüyorum.